5/31/2010

yeni blog sayfam http://www.gunesoner.blogspot.com/ . yeni sayfama beklerim. saygılarımla. güneş öner

5/21/2010

Fernando BOTERO - Pera Müzesi


Fernando Botero modern sanatın yaşayan en önemli sanatçılarından birisi. Hala hayattayken eserleri ilgi gören ve saygı duyulan bir ressam, heykeltıraş… Çünkü yetenekli… Çünkü kendine has bir tarzı var… Çünkü kendini sadece bugünün veya sadece geçmişin sanatıyla sınırlamıyor… İkisini birleştirerek ortaya bir şeyler koyuyor. Her ne kadar ‘ ben şişman insanları çizmiyorum sadece amacım boyutları genişleterek, daha fazla renk kullanımını mümkün kılıyorum’ dese de bence şişman insanlara takıntılı veya şişman insanlara karşı fetişist duygulara sahip… Neyse ciddi olalım…



Kendisi ‘ daha fazla renk kullanımı’ ndan bahsederken bunu gerçektenden yapıyor. Eserleri gördüğünüzde aynı kanaatte olacaksınız ki sanki bir renk cümbüşü, fevkalade çizimler, fevkalade ayrıntılara sahip…


Çizdiği her şey hacimli, insanlar, hayvanlar, karpuz, portakal, boğa, at, sandalye, gitar ve hatta ıstakoz dahi… Gerçekten bu adamın bir tarzı var, çok marjinal resimler yapıyor… Farklı sanat eserleri görmek isteyenler bu sergiyi gezmeli şiddetle tavsiye ederim…

Ölü doğa tabloları ve Vatikan ‘da rahiplerin ayinini gösterdiği tabloyu gerçekten çok beğendim. Eserlerinde küçük ayrıntılar mesela iskambil oynayan iki adam tablosunda bir adamın hile yaptığını göstermesi ve bunu çaktırmadan çizmesi, başka bir tabloda çizilen aynada ön plandaki kadın ve adamın yansımalarını çizmesi gerçekten ilgi çekici… Eski sanat eserleri ve sanatçılara gönderme yaparak örneğin; Rubens’e, Dali ye, Picasso ‘ya, saygılarını sunması gerçekten keyif verici…


Sergi Pera Müzesinde (Meşrutiyet cad.,65 Tepebaşı/Beyoğlu) 18 temmuza kadar sürüyor… Giriş tam; 7 tl, öğrenci/indirimli 3 tl…. Tabi sadece Botero sergisi yok Pera müzesinde, Düşlerin kenti İstanbul- oryantalist resim sergisi, Anadolu ağırlık ve ölçüleri koleksiyonu, Kütahya çini ve seramikleri koleksiyonunu da gezmenizi tavsiye ederim…





                                            Saygılarımla

                                            Güneş ÖNER


5/19/2010

YAHŞİ BATI

Cem yılmaz gerçekten inanılmaz bir adam, yaptığı espriler, filmlerdeki oyunculuğu, senaryo yazarlığıyla gerçekten çok başarılı bir kişilik... Kendisini severim, izlerim ve onu bir filmde, bir sanatsal etkinlikte gördüğümde mutlu olurum… Çünkü adamın üreteceği çok şey var, üretmesi gerekir ki üretiyor ve başarılı da oluyor zaten..



Yahşi Batı hakkında uzun süredir yazmak istiyordum, daha doğrusu ilk gösterime girdiği zamanlar hemen yazayım da şu saçma sapan tepkilere karşılık fikirlerimi paylaşayım diyordum ama kısmet bu güneymiş. Öncelikle şunu söylemek isterim ki bu filmi izlerken hiç de süper şeyler bekleyerek veya her sahnesinde gülebileceğimi veya öyle olacağını, komik, esprili olacağını şartlamadım kendime. Gayet normal bir filmmiş gibi gittim ve izledim.. Film bitti ve çok güzel bir tat bıraktı sonunda… Çok başarılı bir müzikle başladı, ince esprilerle devam etti, efendi efendi oynandı bitti… Kısacası beğendim… Ama şunu söylemeliyim ki bu filmi herkes izleyemez, bu filmi izleyebilmek için biraz kıvrak zekaya, biraz dünya tarihi hakkında bilgiye ve tabi ki Türkiye ve Osmanlı devleti hakkındaki tarihi bilgilere az da olsa sahip olmak gerek…


Cem Yılmazın oyunculuğu çok iyi, mimikleri, repliklerdeki nidaları çok başarılı, her ne olursa olsun Cem Yılmazı beyaz perdede izlemek büyük keyif…


Amerikan kültür ve yaşamının üzerine bizim, Türk, kültürümüzü oturtması çok başarılı, heyecanlı ve komik, her şeyden geçtik film sadece bu yönüyle bile başarılı… Kelime oyunları, İngilizce yi, Türkçe’ de ki dilbilgisi sistemine göre kullanmaları, Amerika’ da ki kasabada Türk ananelerine uygun selamlaşmalar, konuşmalar, muhabbetler, komşuluk ilişkilerinin oturtulması gerçekten takdire şayan… Bazı konularda gerçekten lafı gediğine koyuyor Cem Yılmaz hem dünya tarihinde Türklerin hakkının yenmesinden bahsederken kolanın çalınmasını göstermesini, aslında orda meselenin kola olmadığını, daha nelerin aynı şekilde haksızlıkla alındığını, çalındığını anlatmak istiyor, Fransızların ne kadar uygar gibi görünse de zamanında tuvaletlerini yapmayı bile bilmediğini, parfümün ve pelerinin bu sebeple kokuyu ve görüntüyü kurtarmak için icat edildiğini anlatmak istiyor, Türklerin ne kadar yardım sever iyi niyetli, saygılı olduğunu buna karşılık Amerika başkanının dahi o zamanlar bile, film 1800 sonlarında geçiyor, ne kadar saygısız, ne kadar patavatsız olduğunu göstermek istemiş, tabi ki Türkiye’ye de lafı sokmuş bazı repliklerde mesela şehrin hem şerifi aynı zamanda da papazı olan adama ‘din ve devlet işlerini birbirine karıştırma bu şekilde yürümez’ demesi bile filmin kalitesini ortaya koyuyor… Bence filme kötü demeden önce, veya sadece gülmek için yapılabileceği zorunluluğunu benimsemeden önce bu özelliklerini ortaya koysak, bu özellikleri hakkında yoğunlaşsak bence filme verilmiş emeğe haksızlık etmiş olmayız. Çünkü bir filme o kadar emek harcanıyor, o kadar para harcanıyor, oyuncular, yönetmenler, yapım ekibi gecesini gündüzüne katıyor, bizdeki hiçbir şeyden anlamayan bazı kişiler gidiyor iki saat izliyor, çıktıklarında, film güzel değil… Neye göre güzel değil arkadaşım? Neye göre kötü? Beğenmedim bana hitap etmiyor de git Recep İvedik izle o zaman… Recep İvedik derken onun da sinemamız için gerekli bir yapım olduğunu, olması gerektiğini, izlenmesi gerektiğini fakat Yahşi batıyla kulvarlarının çok farklı olduğunu onun salt espriler, komiklikler bütünlüğü veya toplumda var olmayan bir karakteri yaratarak oluşturulan abartı ürünü olduğunu söylemek isterim yanlış anlaşılmasın. Konu dağılacak ama bu tarz filmleri izlemem, Recep İvedik ten bahsediyorum, karşıyım diyen kişilere kıl oluyorum, Neden arkdaşım? Sen karikatür dergisi okumuyor musun? Veya küfüre karşı olsan dahi sen hiç küfür etmiyor musun? Küfür hayatımız zaten, hayatımız küfür... Kim sinirlenince küfür etmez? Tamam de ki bana hitap etmiyor bu film ama niye yani bu herkesten üstün olma durumu, neden yani anlamış değilim… Adam sanatçıdır, yazardır, mühendis, doktordur veya kendini çok iyi yetiştirmiş, tecrübeli bir insandır der ki arkadaş Recep İvedik bana hitap etmiyor izlemem ama herkesi toplumda bir üst kademeye çıkaracakmış gibi ben onu izlemem, televizyon izlemem, dizileri izlemem her zaman belgesel izliyorum… Her zaman belgesel izliyormuş… Sorsam Türkiye ‘nin tarihini bilmez, belgesel izliyormuş… Bırakın bu ayakları, entelektüel görünmeye çalışarak entelektüel olunmaz, bir gün bir muhabbette bir soru sorarlar, bir konuşmada fikrini almak isterler apışıp kalırsın… Neyse çok dağıttım özür dilerim…


Yahşi Batıda ki küfür meselesine gelirsek, filmde çok da küfür yok mesela hayran olunan Hollywood filmlerinin birinde, Martin Scarsese ‘nin Casino, Robert De Niro ve Joe Pesci ‘nin çölün ortasında geçen 2.40 saniyelik bir sahnede 26 kere ‘fuck’ kelimesi kullanılıyor ve bu film en iyi filmler arasında… Küfür olayını o kadar abartmayalım arkadaşlar… Herkes her şeyin farkında evet bir bayanın karşısında tabi küfür edilmez veya bir aile ortamı içinde ama bu bir film ve dediğim gibi herkes her şeyin farkında artık 7 yaşında ki çocuklar bile nasıl dünyaya geldiklerini biliyorlar… Bu film izlenmeli, üzerinde durulmalı, Cem Yılmaz Hokkabaz da ki kadar iyi yazmış diyemem ama bu da kendi çapında çok başarılı…


Herkese naçizane tavsiyem bir filmi izlemek için izlemeyin, o filmi okuyun….






                                   Saygılarımla


                                   Güneş ÖNER






5/16/2010

HAYATA ÇALIM AT


Bilenler bilir Eric Cantona futbol oynadığı dönemin en iyi oyuncusuydu. Evet ben yaşım itibariyle hatırlamam ama onun efsanesinin hala devam etmesi bunun doğrultusunda benim kuşağıma kadar gelmesi onun ne kadar iyi olduğunun bir kanıtıdır. Eğer futbol bir monarşi olsaydı Cantona, bu monarşinin kralı olurdu… O kadar iyi yani, dikkatinizi çekerim… Tamam biraz fazla kendini beğenmişti ama o attığı goller, o verdiği paslar inanılmazdı… Hepsini video arşivlerinden bulup, tekrar tekrar izlerim…



Looking for Eric (Hayata Çalım At), aslında Cantona nın hayatını anlatmıyor, o kadar basit bir film beklerdin aslında, sadece futbol üzerinde duran, sadece Cantona nın golleri üzerinde yoğunlaşan bir film bekliyordum ama değil… Bir erkek filmi gibi görünüyor, sadece erkeklerin izleyebileceği bir film gibi ama değil, gayet tabi kadınlar da izleyebilir ve izlerken bazı sahnelerde göz yaşlarına hakim olamayacaklarına eminim… Bu filmde Cantona hayranı hayatı boyunca kaybeden, her şeyi kötü giden, ilişkileri, işi, kariyeri rezil durumda bir adamı izliyoruz. Bu adam Cantona ya o kadar hayran ki bir gün onun hayalini karşısında görüyor ve onunla diyalog içine giriyor, o karşısındaymış gibi onunla konuşuyor, ona kızıyor, bağırıyor, hatta içtiği esrarı, yudumladığı içkiyi ona sunuyor… Aslında adam içindeki Cantona yla konuşuyor, o Cantona ona cesaret veriyor, hayat hakkında fikirler veriyor ama tabi Cantona kendisini oynuyor… Nasıl başarılı olduğunu ona anlatıyor , nasıl başarısız olduğunu, nasıl yendiğini, nasıl yenildiğini ama konu tabi ki Cantona değil, hayatı berbat olan Eric Bishop… Sevgilisini otuz yıl önce hiç neden yokken, sırf kendini kötü hissediyor diye terk etmiş, çocuğuyla yalnız bırakmış, dans kariyerini terk etmiş ve otuz yıldır dans etmeyen, sadece postacılık yapara iki üvey oğluyla geçinmeye çalışan bir adam Eric Bishop… Her şey demin dediğim gibi Cantona yı hallerinde de olsa karşısında görerek başlar. Cantona onu yüreklendirir… Çocuğunun annesiyle konuşması için, üvey çocuklarıyla diyaloğunu daha da samimileştirmesi için, onlara hayatlarında yardım etmesi için yüreklendirir Eric’i… Yokdan var eder ama ilginç yanı aslında Cantona yoktur o onun hayalidir ve o kendi kendini yüreklendirir… Aynı epistemoloji, bilgi felsefesinde olduğu gibi yani, adama kimse bir şey söylemez, öğretmez o kafasının içindeki olanlarla hayatına şekil verir, kafasının içindeki bilgilerle hayatına yön verir, her şey ordadır, sonradan kazanılmaz gibi bir durum var… Neyse uzatmayayım… Adam çabalar, savaşır eski itibarı için bütün yoları dener ve sonunda başarılı olur… Hayata geri döner ve her şey düzeldiğinde Cantona ya gerek kalmaz Cantona elini sallayarak onun yanından çeker gider. Artık hayat Eric e kalmıştır, mutlu, huzurlu odasındaki Cantona posterine bakarak… Filmin bir biyografi, dram, komedi, ve birazda aksiyon türünde olduğunu söyleyebilirim… Film izlenebilinir ama çok da kaliteli bir yapım veya literatürlere, en iyiler listesine girecek bir yapım değil… Zamanınız varsa tavsiye ederim…


                                                  Saygılarımla


                                                  Güneş ÖNER


5/10/2010

VINCERE

Bazı filmlerde hikaye sonlara doğru izleyene öyle bir çalım atar ki işte buna izleyeni ters köşeye yatırmak denir. İzlediğiniz sahnelerin hepsi yalandır, yeni başlayan sahnede ne izlediğinizi şaşırırsınız. Anlarsınız ki izlediğiniz sahnenin yanında deminki sahneler alıştırma turları, bir nevi aperatiftir.



Marco Bellocchio ‘un bu sene İstanbul Film Festivalinde gösterilen (ki zaten yine bu sene bu festivalden yaşam boyu başarı ödülüne sahip oldu) filmi Vincere, işte tam böyle bir durumda bırakıyor izleyiciyi.. Aslında ters köşe demeyeyim de tam bir ofsayt durumu mevcut.. Ne olacağını biliyorsunuz ama olmuyor.. Tuzağa düşüyorsunuz.. İşte bu filmde izlerken hissettikleriniz tam olarak bunlar..


Film, İtalyan Diktatör, onların deyimiyle ‘il duce’, faşizmin kurucusu Benito Mussolini ‘nin hayatını anlatıyor. Aslında onun hayatındaki ahlaksızlıkları, şerefsizlikleri, delilikleri ki hayatı tamamen bunların üzerine kurudur… Tamamen deli, kendini bilmez, sapkın bir insan bozması hayvandır Mussolini… Tabi filmdeki Mussolini hikayesi, Mussolini ‘nin körelttiği, hayatını berbat ettiği ama yine de ona delicesine aşık olan Ida Dalser ‘in aynasından anlatılıyor… Onun hikayesi üzerinden demek daha doğru… Bu gerçek bir hikaye olması yanı sıra çok acıklı, yürek burkan bir hikaye…


İlk film başladığında Mussolini sanki bir kahraman, inanılmaz şekilde liderlik ruhuna sahip bir insan evladı, dahi bir kişilik gibi anlatılıyor ki ne oluyor, bunu bırakın bir İtalyan’ ın bu şekilde çekmesini başka ırktan, ülkeden bir kişi dahi yapamaz, Mussolini’ yi böyle göstermek ahmaklıktır,bilgisizliktir, insanlığa hakarettir diyorsunuz… Çünkü bu adamın tarihte yaptığı tek iyi bir iş varsa o da mafya’ya karşı açtığı savaş, mafyayı bitirmek istemesidir… Gerçi onu da beceremedi sadece İtalya’ dan def etmeyi başardı… Hani pis kadınlar evi temizlerken süpürdükleri pislikleri halı altına süpürürler işte aynı Mussolini de öyle yaptı… Neyse ciddi olalım… Fakat film ileriki sahnelerde Mussoliniyi anlatmayı bırakıp asıl karakter, Mussolinizede Ida Dalser i anlatmaya onun üzerinde yoğunlaşmaya başlayınca ve bu doğrultuda Mussolini ‘nin deliliklerini, aptallıklarını yavaş yavaş vermeye başlayınca işte orda ofsayt ‘a düşüyorsunuz… Hissettiğiniz olmasını beklediğiniz şeyler olmasını beklediğiniz halde olmuyor…


Ida Dalser Mussolini ye daha ilk zamanlarından, siyasete ilk girdiği, sosyalistken tek bir saniyelik düşünceyle bir anda sağcı olduğu, deliliklerini daha yeni yeni gösterdiği zamanlarda görüyor ve ona delicesine aşık oluyor ki öyle böyle değil ölümüne… Onun için sırf gazete çıkaracak diye bütün her şeyini satıp parayı ona veriyor… tüm hayatını, zamanını ona adıyor, Mussolini nereye giderse oraya gidiyor ama bir gün öğreniyor ki hamile ve yine öreniyor ki Mussolini evli ve bir kız çocuğu var… Tabi Mussolini I. Dünya savaşına katılmak için İtalya ’dan uzaklaşıyor ama kadın yine unutmuyor sadece gazete de Mussolini yaralandı haberini görüp dünyanın öbür ucuna gidiyor ama orada ilk çatlak ortaya çıkıyor Mussolini onu tanımıyor bile bırakın kadının varlığını çocuğunun varlığını bile kabul etmiyor… Yıllar geçiyor, Mussolini artık binlere hitap ediyor her zaman olduğu gibi bilgisiz halk yine iki yüreklendirici kelime sarf eden bir adamın peşinden gidiyor… Herkes hayran Mussolini’ye, yirmi yıl sonra yakalayıp linç edecekleri, hayatlarını on yıl sonra zindan edecek Mussolini ’ye… Ama Ida hala unutmuş değil kendisini ve oğlunu yalnız bırakan Mussolini ‘yi… Bir gün kafasına koyup kendisini tekrar ona göstermek ister ama başarılı olamaz ve artık kişisey olarak ilgilenerek kadını bir çırpıda dalavereyle akıl hastanesine tıkatır oğlunu da yatılı okula ama ne kadını görür ne de oğlunun yanına gider… Yıllar geçer kadın herkese Mussolinin karısı, çocuğunun annesi olduğunu söyler ama bir deliye kim inanır artık… Tabi ki deli değildir ama artık o damgayı yemiştir… Doktorlar yaptıkları tedavilerde sadece Mussolinin karısı olmadığını söyle, ondan çocuğun olmadığını ve onu hiç tanımadığını söyle seni serbest bırakalım hayatın daha fazla mahvolmasın derler ama o öyle sever ki kabul etmez yine de Mussolinin bir gün gelip onu alacağını aslında kendisini denediğini, ona karşı olan sevgisin tam olup olmadığını denediğini söyler… Hayatını bir adam için yok eder, çocuğunun da hayatını bitirir kendininkini de… Asla pes etmez ve uğrunda hayata gözlerini yumar… Asıl önemli olan büyük sürpriz oğluna ne olduğudur… Bunu söyleyip de filmi izlerken şoka girmenize mani olmak istemem…


Film aslında özeli anlatarak Mussolin ’nin yüz binlerce aile üzerindeki oynadığı oyunu, o ailelerin yok olmasına sebep olduğunu anlatmak istemiş… Filmdeki kamera açıları, sahnelerin düzeni, müzik kullanımı, özellikle müzik kullanımı, tabi ki oyunculuklar ki Giovanna Mezzogiorno ve Mussolini ‘nin gençliğini canlandıran Filippo Timi fevkalade… Bütünlük olarak film muhteşem… Unutamayacağım, her zaman önereceğim bir film… Şiddetle tavsiye ederim..


                                       Saygılarımla


                                       Güneş ÖNER