5/31/2010

yeni blog sayfam http://www.gunesoner.blogspot.com/ . yeni sayfama beklerim. saygılarımla. güneş öner

5/21/2010

Fernando BOTERO - Pera Müzesi


Fernando Botero modern sanatın yaşayan en önemli sanatçılarından birisi. Hala hayattayken eserleri ilgi gören ve saygı duyulan bir ressam, heykeltıraş… Çünkü yetenekli… Çünkü kendine has bir tarzı var… Çünkü kendini sadece bugünün veya sadece geçmişin sanatıyla sınırlamıyor… İkisini birleştirerek ortaya bir şeyler koyuyor. Her ne kadar ‘ ben şişman insanları çizmiyorum sadece amacım boyutları genişleterek, daha fazla renk kullanımını mümkün kılıyorum’ dese de bence şişman insanlara takıntılı veya şişman insanlara karşı fetişist duygulara sahip… Neyse ciddi olalım…



Kendisi ‘ daha fazla renk kullanımı’ ndan bahsederken bunu gerçektenden yapıyor. Eserleri gördüğünüzde aynı kanaatte olacaksınız ki sanki bir renk cümbüşü, fevkalade çizimler, fevkalade ayrıntılara sahip…


Çizdiği her şey hacimli, insanlar, hayvanlar, karpuz, portakal, boğa, at, sandalye, gitar ve hatta ıstakoz dahi… Gerçekten bu adamın bir tarzı var, çok marjinal resimler yapıyor… Farklı sanat eserleri görmek isteyenler bu sergiyi gezmeli şiddetle tavsiye ederim…

Ölü doğa tabloları ve Vatikan ‘da rahiplerin ayinini gösterdiği tabloyu gerçekten çok beğendim. Eserlerinde küçük ayrıntılar mesela iskambil oynayan iki adam tablosunda bir adamın hile yaptığını göstermesi ve bunu çaktırmadan çizmesi, başka bir tabloda çizilen aynada ön plandaki kadın ve adamın yansımalarını çizmesi gerçekten ilgi çekici… Eski sanat eserleri ve sanatçılara gönderme yaparak örneğin; Rubens’e, Dali ye, Picasso ‘ya, saygılarını sunması gerçekten keyif verici…


Sergi Pera Müzesinde (Meşrutiyet cad.,65 Tepebaşı/Beyoğlu) 18 temmuza kadar sürüyor… Giriş tam; 7 tl, öğrenci/indirimli 3 tl…. Tabi sadece Botero sergisi yok Pera müzesinde, Düşlerin kenti İstanbul- oryantalist resim sergisi, Anadolu ağırlık ve ölçüleri koleksiyonu, Kütahya çini ve seramikleri koleksiyonunu da gezmenizi tavsiye ederim…





                                            Saygılarımla

                                            Güneş ÖNER


5/19/2010

YAHŞİ BATI

Cem yılmaz gerçekten inanılmaz bir adam, yaptığı espriler, filmlerdeki oyunculuğu, senaryo yazarlığıyla gerçekten çok başarılı bir kişilik... Kendisini severim, izlerim ve onu bir filmde, bir sanatsal etkinlikte gördüğümde mutlu olurum… Çünkü adamın üreteceği çok şey var, üretmesi gerekir ki üretiyor ve başarılı da oluyor zaten..



Yahşi Batı hakkında uzun süredir yazmak istiyordum, daha doğrusu ilk gösterime girdiği zamanlar hemen yazayım da şu saçma sapan tepkilere karşılık fikirlerimi paylaşayım diyordum ama kısmet bu güneymiş. Öncelikle şunu söylemek isterim ki bu filmi izlerken hiç de süper şeyler bekleyerek veya her sahnesinde gülebileceğimi veya öyle olacağını, komik, esprili olacağını şartlamadım kendime. Gayet normal bir filmmiş gibi gittim ve izledim.. Film bitti ve çok güzel bir tat bıraktı sonunda… Çok başarılı bir müzikle başladı, ince esprilerle devam etti, efendi efendi oynandı bitti… Kısacası beğendim… Ama şunu söylemeliyim ki bu filmi herkes izleyemez, bu filmi izleyebilmek için biraz kıvrak zekaya, biraz dünya tarihi hakkında bilgiye ve tabi ki Türkiye ve Osmanlı devleti hakkındaki tarihi bilgilere az da olsa sahip olmak gerek…


Cem Yılmazın oyunculuğu çok iyi, mimikleri, repliklerdeki nidaları çok başarılı, her ne olursa olsun Cem Yılmazı beyaz perdede izlemek büyük keyif…


Amerikan kültür ve yaşamının üzerine bizim, Türk, kültürümüzü oturtması çok başarılı, heyecanlı ve komik, her şeyden geçtik film sadece bu yönüyle bile başarılı… Kelime oyunları, İngilizce yi, Türkçe’ de ki dilbilgisi sistemine göre kullanmaları, Amerika’ da ki kasabada Türk ananelerine uygun selamlaşmalar, konuşmalar, muhabbetler, komşuluk ilişkilerinin oturtulması gerçekten takdire şayan… Bazı konularda gerçekten lafı gediğine koyuyor Cem Yılmaz hem dünya tarihinde Türklerin hakkının yenmesinden bahsederken kolanın çalınmasını göstermesini, aslında orda meselenin kola olmadığını, daha nelerin aynı şekilde haksızlıkla alındığını, çalındığını anlatmak istiyor, Fransızların ne kadar uygar gibi görünse de zamanında tuvaletlerini yapmayı bile bilmediğini, parfümün ve pelerinin bu sebeple kokuyu ve görüntüyü kurtarmak için icat edildiğini anlatmak istiyor, Türklerin ne kadar yardım sever iyi niyetli, saygılı olduğunu buna karşılık Amerika başkanının dahi o zamanlar bile, film 1800 sonlarında geçiyor, ne kadar saygısız, ne kadar patavatsız olduğunu göstermek istemiş, tabi ki Türkiye’ye de lafı sokmuş bazı repliklerde mesela şehrin hem şerifi aynı zamanda da papazı olan adama ‘din ve devlet işlerini birbirine karıştırma bu şekilde yürümez’ demesi bile filmin kalitesini ortaya koyuyor… Bence filme kötü demeden önce, veya sadece gülmek için yapılabileceği zorunluluğunu benimsemeden önce bu özelliklerini ortaya koysak, bu özellikleri hakkında yoğunlaşsak bence filme verilmiş emeğe haksızlık etmiş olmayız. Çünkü bir filme o kadar emek harcanıyor, o kadar para harcanıyor, oyuncular, yönetmenler, yapım ekibi gecesini gündüzüne katıyor, bizdeki hiçbir şeyden anlamayan bazı kişiler gidiyor iki saat izliyor, çıktıklarında, film güzel değil… Neye göre güzel değil arkadaşım? Neye göre kötü? Beğenmedim bana hitap etmiyor de git Recep İvedik izle o zaman… Recep İvedik derken onun da sinemamız için gerekli bir yapım olduğunu, olması gerektiğini, izlenmesi gerektiğini fakat Yahşi batıyla kulvarlarının çok farklı olduğunu onun salt espriler, komiklikler bütünlüğü veya toplumda var olmayan bir karakteri yaratarak oluşturulan abartı ürünü olduğunu söylemek isterim yanlış anlaşılmasın. Konu dağılacak ama bu tarz filmleri izlemem, Recep İvedik ten bahsediyorum, karşıyım diyen kişilere kıl oluyorum, Neden arkdaşım? Sen karikatür dergisi okumuyor musun? Veya küfüre karşı olsan dahi sen hiç küfür etmiyor musun? Küfür hayatımız zaten, hayatımız küfür... Kim sinirlenince küfür etmez? Tamam de ki bana hitap etmiyor bu film ama niye yani bu herkesten üstün olma durumu, neden yani anlamış değilim… Adam sanatçıdır, yazardır, mühendis, doktordur veya kendini çok iyi yetiştirmiş, tecrübeli bir insandır der ki arkadaş Recep İvedik bana hitap etmiyor izlemem ama herkesi toplumda bir üst kademeye çıkaracakmış gibi ben onu izlemem, televizyon izlemem, dizileri izlemem her zaman belgesel izliyorum… Her zaman belgesel izliyormuş… Sorsam Türkiye ‘nin tarihini bilmez, belgesel izliyormuş… Bırakın bu ayakları, entelektüel görünmeye çalışarak entelektüel olunmaz, bir gün bir muhabbette bir soru sorarlar, bir konuşmada fikrini almak isterler apışıp kalırsın… Neyse çok dağıttım özür dilerim…


Yahşi Batıda ki küfür meselesine gelirsek, filmde çok da küfür yok mesela hayran olunan Hollywood filmlerinin birinde, Martin Scarsese ‘nin Casino, Robert De Niro ve Joe Pesci ‘nin çölün ortasında geçen 2.40 saniyelik bir sahnede 26 kere ‘fuck’ kelimesi kullanılıyor ve bu film en iyi filmler arasında… Küfür olayını o kadar abartmayalım arkadaşlar… Herkes her şeyin farkında evet bir bayanın karşısında tabi küfür edilmez veya bir aile ortamı içinde ama bu bir film ve dediğim gibi herkes her şeyin farkında artık 7 yaşında ki çocuklar bile nasıl dünyaya geldiklerini biliyorlar… Bu film izlenmeli, üzerinde durulmalı, Cem Yılmaz Hokkabaz da ki kadar iyi yazmış diyemem ama bu da kendi çapında çok başarılı…


Herkese naçizane tavsiyem bir filmi izlemek için izlemeyin, o filmi okuyun….






                                   Saygılarımla


                                   Güneş ÖNER






5/16/2010

HAYATA ÇALIM AT


Bilenler bilir Eric Cantona futbol oynadığı dönemin en iyi oyuncusuydu. Evet ben yaşım itibariyle hatırlamam ama onun efsanesinin hala devam etmesi bunun doğrultusunda benim kuşağıma kadar gelmesi onun ne kadar iyi olduğunun bir kanıtıdır. Eğer futbol bir monarşi olsaydı Cantona, bu monarşinin kralı olurdu… O kadar iyi yani, dikkatinizi çekerim… Tamam biraz fazla kendini beğenmişti ama o attığı goller, o verdiği paslar inanılmazdı… Hepsini video arşivlerinden bulup, tekrar tekrar izlerim…



Looking for Eric (Hayata Çalım At), aslında Cantona nın hayatını anlatmıyor, o kadar basit bir film beklerdin aslında, sadece futbol üzerinde duran, sadece Cantona nın golleri üzerinde yoğunlaşan bir film bekliyordum ama değil… Bir erkek filmi gibi görünüyor, sadece erkeklerin izleyebileceği bir film gibi ama değil, gayet tabi kadınlar da izleyebilir ve izlerken bazı sahnelerde göz yaşlarına hakim olamayacaklarına eminim… Bu filmde Cantona hayranı hayatı boyunca kaybeden, her şeyi kötü giden, ilişkileri, işi, kariyeri rezil durumda bir adamı izliyoruz. Bu adam Cantona ya o kadar hayran ki bir gün onun hayalini karşısında görüyor ve onunla diyalog içine giriyor, o karşısındaymış gibi onunla konuşuyor, ona kızıyor, bağırıyor, hatta içtiği esrarı, yudumladığı içkiyi ona sunuyor… Aslında adam içindeki Cantona yla konuşuyor, o Cantona ona cesaret veriyor, hayat hakkında fikirler veriyor ama tabi Cantona kendisini oynuyor… Nasıl başarılı olduğunu ona anlatıyor , nasıl başarısız olduğunu, nasıl yendiğini, nasıl yenildiğini ama konu tabi ki Cantona değil, hayatı berbat olan Eric Bishop… Sevgilisini otuz yıl önce hiç neden yokken, sırf kendini kötü hissediyor diye terk etmiş, çocuğuyla yalnız bırakmış, dans kariyerini terk etmiş ve otuz yıldır dans etmeyen, sadece postacılık yapara iki üvey oğluyla geçinmeye çalışan bir adam Eric Bishop… Her şey demin dediğim gibi Cantona yı hallerinde de olsa karşısında görerek başlar. Cantona onu yüreklendirir… Çocuğunun annesiyle konuşması için, üvey çocuklarıyla diyaloğunu daha da samimileştirmesi için, onlara hayatlarında yardım etmesi için yüreklendirir Eric’i… Yokdan var eder ama ilginç yanı aslında Cantona yoktur o onun hayalidir ve o kendi kendini yüreklendirir… Aynı epistemoloji, bilgi felsefesinde olduğu gibi yani, adama kimse bir şey söylemez, öğretmez o kafasının içindeki olanlarla hayatına şekil verir, kafasının içindeki bilgilerle hayatına yön verir, her şey ordadır, sonradan kazanılmaz gibi bir durum var… Neyse uzatmayayım… Adam çabalar, savaşır eski itibarı için bütün yoları dener ve sonunda başarılı olur… Hayata geri döner ve her şey düzeldiğinde Cantona ya gerek kalmaz Cantona elini sallayarak onun yanından çeker gider. Artık hayat Eric e kalmıştır, mutlu, huzurlu odasındaki Cantona posterine bakarak… Filmin bir biyografi, dram, komedi, ve birazda aksiyon türünde olduğunu söyleyebilirim… Film izlenebilinir ama çok da kaliteli bir yapım veya literatürlere, en iyiler listesine girecek bir yapım değil… Zamanınız varsa tavsiye ederim…


                                                  Saygılarımla


                                                  Güneş ÖNER


5/10/2010

VINCERE

Bazı filmlerde hikaye sonlara doğru izleyene öyle bir çalım atar ki işte buna izleyeni ters köşeye yatırmak denir. İzlediğiniz sahnelerin hepsi yalandır, yeni başlayan sahnede ne izlediğinizi şaşırırsınız. Anlarsınız ki izlediğiniz sahnenin yanında deminki sahneler alıştırma turları, bir nevi aperatiftir.



Marco Bellocchio ‘un bu sene İstanbul Film Festivalinde gösterilen (ki zaten yine bu sene bu festivalden yaşam boyu başarı ödülüne sahip oldu) filmi Vincere, işte tam böyle bir durumda bırakıyor izleyiciyi.. Aslında ters köşe demeyeyim de tam bir ofsayt durumu mevcut.. Ne olacağını biliyorsunuz ama olmuyor.. Tuzağa düşüyorsunuz.. İşte bu filmde izlerken hissettikleriniz tam olarak bunlar..


Film, İtalyan Diktatör, onların deyimiyle ‘il duce’, faşizmin kurucusu Benito Mussolini ‘nin hayatını anlatıyor. Aslında onun hayatındaki ahlaksızlıkları, şerefsizlikleri, delilikleri ki hayatı tamamen bunların üzerine kurudur… Tamamen deli, kendini bilmez, sapkın bir insan bozması hayvandır Mussolini… Tabi filmdeki Mussolini hikayesi, Mussolini ‘nin körelttiği, hayatını berbat ettiği ama yine de ona delicesine aşık olan Ida Dalser ‘in aynasından anlatılıyor… Onun hikayesi üzerinden demek daha doğru… Bu gerçek bir hikaye olması yanı sıra çok acıklı, yürek burkan bir hikaye…


İlk film başladığında Mussolini sanki bir kahraman, inanılmaz şekilde liderlik ruhuna sahip bir insan evladı, dahi bir kişilik gibi anlatılıyor ki ne oluyor, bunu bırakın bir İtalyan’ ın bu şekilde çekmesini başka ırktan, ülkeden bir kişi dahi yapamaz, Mussolini’ yi böyle göstermek ahmaklıktır,bilgisizliktir, insanlığa hakarettir diyorsunuz… Çünkü bu adamın tarihte yaptığı tek iyi bir iş varsa o da mafya’ya karşı açtığı savaş, mafyayı bitirmek istemesidir… Gerçi onu da beceremedi sadece İtalya’ dan def etmeyi başardı… Hani pis kadınlar evi temizlerken süpürdükleri pislikleri halı altına süpürürler işte aynı Mussolini de öyle yaptı… Neyse ciddi olalım… Fakat film ileriki sahnelerde Mussoliniyi anlatmayı bırakıp asıl karakter, Mussolinizede Ida Dalser i anlatmaya onun üzerinde yoğunlaşmaya başlayınca ve bu doğrultuda Mussolini ‘nin deliliklerini, aptallıklarını yavaş yavaş vermeye başlayınca işte orda ofsayt ‘a düşüyorsunuz… Hissettiğiniz olmasını beklediğiniz şeyler olmasını beklediğiniz halde olmuyor…


Ida Dalser Mussolini ye daha ilk zamanlarından, siyasete ilk girdiği, sosyalistken tek bir saniyelik düşünceyle bir anda sağcı olduğu, deliliklerini daha yeni yeni gösterdiği zamanlarda görüyor ve ona delicesine aşık oluyor ki öyle böyle değil ölümüne… Onun için sırf gazete çıkaracak diye bütün her şeyini satıp parayı ona veriyor… tüm hayatını, zamanını ona adıyor, Mussolini nereye giderse oraya gidiyor ama bir gün öğreniyor ki hamile ve yine öreniyor ki Mussolini evli ve bir kız çocuğu var… Tabi Mussolini I. Dünya savaşına katılmak için İtalya ’dan uzaklaşıyor ama kadın yine unutmuyor sadece gazete de Mussolini yaralandı haberini görüp dünyanın öbür ucuna gidiyor ama orada ilk çatlak ortaya çıkıyor Mussolini onu tanımıyor bile bırakın kadının varlığını çocuğunun varlığını bile kabul etmiyor… Yıllar geçiyor, Mussolini artık binlere hitap ediyor her zaman olduğu gibi bilgisiz halk yine iki yüreklendirici kelime sarf eden bir adamın peşinden gidiyor… Herkes hayran Mussolini’ye, yirmi yıl sonra yakalayıp linç edecekleri, hayatlarını on yıl sonra zindan edecek Mussolini ’ye… Ama Ida hala unutmuş değil kendisini ve oğlunu yalnız bırakan Mussolini ‘yi… Bir gün kafasına koyup kendisini tekrar ona göstermek ister ama başarılı olamaz ve artık kişisey olarak ilgilenerek kadını bir çırpıda dalavereyle akıl hastanesine tıkatır oğlunu da yatılı okula ama ne kadını görür ne de oğlunun yanına gider… Yıllar geçer kadın herkese Mussolinin karısı, çocuğunun annesi olduğunu söyler ama bir deliye kim inanır artık… Tabi ki deli değildir ama artık o damgayı yemiştir… Doktorlar yaptıkları tedavilerde sadece Mussolinin karısı olmadığını söyle, ondan çocuğun olmadığını ve onu hiç tanımadığını söyle seni serbest bırakalım hayatın daha fazla mahvolmasın derler ama o öyle sever ki kabul etmez yine de Mussolinin bir gün gelip onu alacağını aslında kendisini denediğini, ona karşı olan sevgisin tam olup olmadığını denediğini söyler… Hayatını bir adam için yok eder, çocuğunun da hayatını bitirir kendininkini de… Asla pes etmez ve uğrunda hayata gözlerini yumar… Asıl önemli olan büyük sürpriz oğluna ne olduğudur… Bunu söyleyip de filmi izlerken şoka girmenize mani olmak istemem…


Film aslında özeli anlatarak Mussolin ’nin yüz binlerce aile üzerindeki oynadığı oyunu, o ailelerin yok olmasına sebep olduğunu anlatmak istemiş… Filmdeki kamera açıları, sahnelerin düzeni, müzik kullanımı, özellikle müzik kullanımı, tabi ki oyunculuklar ki Giovanna Mezzogiorno ve Mussolini ‘nin gençliğini canlandıran Filippo Timi fevkalade… Bütünlük olarak film muhteşem… Unutamayacağım, her zaman önereceğim bir film… Şiddetle tavsiye ederim..


                                       Saygılarımla


                                       Güneş ÖNER


4/30/2010

DOKUZ

Eskiden yapılan filmler, yönetmenlerin ki sadece yönetmen diyorum çünkü bir yönetmen aynı zamanda o filmin senaristiydi, filmlerini yaparken o filmden çok paralar kazanma arzusu beslemiyordu… Onlar sadece bir şeyler anlatmak, duygularını beyaz perdeye yansıtmak ve bütünüyle bir sanat eseri ortaya çıkarmak için uğraşıyorlardı… İşte eski filmleri sevmemin tek nedeni budur… İzlediğiniz görsel bir sanat dalıydı o zamanlar… Sanki bir tabloya bakıyormuşsunuz, sanki bir opera eserini dinliyormuşsunuz, sanki bir tiyatro oyununu izliyormuşsunuz gibidir eski filmler… Eski derken 1920 ile 1972 The Godfather filmine kadar olan aradan bahsediyorum çünkü The Godfather dan sonra gerçekten filmlerden büyük paralar kazanılabilineceği anlaşıldı ve reklamlarla şişirilen, senaryo, yönetmenlik konusunda sanatsal değeri olmayan filmler mantar gibi türedi… The Godfatherdan öncede vardı tabi ki basit filmler ama çok az… Eskiden demişken yanlış anlaşılmasın sadece o dönemde olmuş ve bitmiş değil, yalnız o dönemden sonra sanat ağırlıklı filmlerin sayısı çok çok azalmış sadece bunu biraz Fransız ve İtalyan sineması yakalamaya çalışsa da onlarda pek seslerini duyuramamışlar, günümüz filmlerinde de sanatsal değeri olan, bir filmi izlediğinizde ruhunuzu güzelleştiren filmler var özellikle yeni Türk sineması gerçekten fevkalade… Reha Erden, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi isimler birkaç örnektir bunlara…



Federico Fellini de bu inanılmaz yönetmenlerden birisi… İtalyan sinemasının Kralı… Çektiği filmlerin normal dünyayla alakası olmaması bir yana, sadece rüyalarınızda göreceğiniz yaratıcılıkta sahneler, dünya üzerinde sadece sirkte veya lunaparkta eğlenebileceğiniz bir ortamı filmlerinde kullanan bir sanatçı… Fevkalade yaratıcılık, fevkalade senaryoyla birleştirerek yaptığı filmler sinema tarihinde her zaman en iyi filmler listesinde üst sırada olmuştur… 1963 de çektiği 8½ ( sekiz buçuk) da bir yönetmenin, kariyerinde fevkalade filmler çekmiş bir yönetmenin artık bir şey üretemediği, tamamen kendi içinde köreldiği ama herkesin ondan film beklemesinin hikayesini anlatıyor… Tabi Fellini bu rahat durur mu? Başrol ön planda bir adamla ciddi bir konuyu konuşurken arkada kadınlar kendi çaplarında danslar akrobasi hareketleri… Film bütünüyle bir şah eser… Zaten baş rollünde Fellinin daimi oyuncusu Marcello Mastroianni ve yine Fellinin filmlerinde eksik etmediği güzel ve çekici kadınlar arasında Claudia Cardinale olunca insan başka bir şey istemiyor doğrusu… Filmde bu yönetmenin duyguları, eksiklikleri, fazlalıkları, sıkıntıları bazen komediyle bazen dramla süslenerek bir rüyayı izliyormuşsunuz gibi anlatıyor… Aslında bütün film baş roldeki yönetmenin düşündüğü, gördüğü dünyayı kafasında nasıl canlandırdığı üstüne kurulu…


Asıl konuya gelmem gerekirse bu filmin yeni uyarlaması daha doğrusu ben ona resmen kopya çekmek diyorum Nine ( Dokuz)… Bu filmin sekiz buçuğun bir uyarlaması olduğunu ve sekiz buçuğun müzikal bir filme dönüştürülerek çekileceğini okudum… Kendi kendine ya aynısı çekcekler hiç değiştirmeden ya da sadece isimleri ve ana konuyu alıp üzerine başka bir film çekecekler diye düşünmüştüm. Çünkü bir Fellini filmini, Felliniden başka kimse çekemez, bunun hayalini bile kuramaz bence, eğer öyle yaparsa sonuç fiyasko olur ki Nine da öyle oldu… Büyük hayal kırıklığı… O kadar büyük oyuncuların bir araya gelip de böyle berbat bir filmin ortaya çıkması üzücü… Oyuncular zaten hakkını verebilmiş ama yönetmen ilk hata ve eksiklik olarak söylemek gerekirse müzikal ve normal bir filmi birleştirmeyi başaramamış. Sanki müzikal sahneler başka bir şeyi anlatıyor, devam eden normal sahneler başka bir şey anlatıyor… Genellikle Fellini’ nin tarzını yakalayabilmek için onun fevkalade yaratıcı sahnelerini, kişilerin düşüncelerini müzikal yolla anlatmak istemiş fakat Fellini’ nin başarısını yakalamanın yanından bile geçmeyip fevkalade bir müzikal film olan Chicago nun yönetmeni Rob Marshall Nine ‘ı batırmış, berbat etmiş, rezil etmiş…


Filmin ne kadar kötü yanlarından bahsetsem de güzel yanlarından da bahsetmem gerekir… Başta İtalya, Roma… Latince de şehirler, ülkeler dişil olduğundan bir şehre aşık olmam yanlış anlaşılmaz sanırım… Neyse ciddi olalım… Ve bir birinden güzel kadınlar… Marion Cotillard, Penelope Cruz, Nicole Kidman, Judi Dench, Kate Hudson, Fergie ve ne kadar yaşlanmış olsa da tekrar beyaz perdede görmekten büyük keyif aldığım, tarzına kurban olduğum, hayranlıkla beğendiğim tek kadın olan Sophia Loren… Kadınların yaşlanmasından nefret ediyorum… Ve tabi adını anmadan edemem fevkalade oyunculuğuyla Daniel Day-Lewis


Bu film sanatsal değere sahip olan bir filmin rezil edilmiş, şişirilmiş, reklam kokan, sadece oyuncuları bir araya getirip film yapılabileceğini zanneden ama yanlış zanneden birilerinin yaptığı bir uyarlama… Kötü olmasının yanında, izlenmeyecek bir film….


                                        Saygılarımla


                                        Güneş ÖNER


4/23/2010

Paris'te İki Gün

Genellikle Fransız kadınlarını severim… Çok çekicidirler, çok tarzdırlar ve modadan anlarlar… Giyinmesini gerçekten bilirler… Bakımlıdırlar… Ama bana uymayan bir yanları vardır ki genellikle hiçbir Türk erkeğine uyacağını da sanmıyorum, pek sadık değillerdir, sadık olsalar bile çok fazla rahattırlar… Hepsi değil tabi ki genellemek istemem ama çoğunluğun öyle olduğunu biliyorum… Sorabilirler bana nerden biliyorsun gittin mi Fransa ya Paris’e veya bir ilişkin oldu mu Fransız bir hatunla? Hayır bunların hiç biri olmadı tabi ki ama okuduklarım, araştırdıklarım şimdilik bu yorumu yapmaya yeter diye düşünüyorum… Filozof Friedrich Hegel vatanı Almanyadan hiç çıkmamasına rağmen, başka ülkelerden gelen veya başka ülkelere gezmek için giden arkadaşlarına geldikleri ülke hakkında, sokakları, caddeleri, o caddedeki binaların yerlerini dahi anlatarak herkesi şaşkına çevirirmiş ama soranlara oraya hiç gitmediğini bunları okuduğu kitaplardan öğrendiğini söylermiş… İşte benimkide böyle, bana göre çok okuyan daha çok bilir.. Neyse ciddi olalım…



Film ‘Paris’te İki Gün’… Bayadır izlemek istiyordum, izlemeseydim keşke… Yönetmeni güzel bir Fransız bayan Julie Delpy, genelde romantik filmler çektiğini biliyordum ki bu filme de aksiyon filmi diye başlamamıştım ama bu ne berbat bu ne gereksiz bir film… Resmen Woody Allen dan kopya çekmiş gibi ilişkiler arası analiz ve karakter talili yapmak istemiş ama kurguyu becerememesi, müzik uyumu olmaması ve repliklerin saçma sapan, anlamsız olması filmi bitirmiş… Evet filmin anlatmak istediği bazı konular hoş mesela Fransız bir kadınla Amerikalı bir erkeğin ilişkisindeki zorluklar… Maço erkek, rahat hatun durumu… Şimdi sen bunu bir şekilde veriyorsun tamam ama bunu neden güzel repliklerle sunmuyorsun… Bazen filmde kendini kaybedip konuşulanları felsefi bir konu sanıyorsun ama biraz dikkat edince anlıyorsun ki aslında o senin sıkıldığından dolayı kendi kendine felsefeye sarmandan kaynaklanıyor…


Hatun, Fransız… Eleman, Amerikalı… İki yıllık bir ilişkileri var ve Fransaya tatile geliyorlar… Kız, oğlanı ailesinin yanına tanıştırmaya geliyor ki aile tam bir Fransız aile, inanılmaz rahat, feci… Dakika bir gol bir yemek yerlerken babası kızın gönderdiği elemanın çıplak bir fotoğrafını gösteriyor… Eleman çok utanıyor tabi ama aile rahat kahkahalar, komiklik, şakalar… Eleman sürekli diken üstünde çünkü herkes rahat, kız bütün eski arkadaşlarıyla görüşüyor, onların müstehcen mesajlarını telefonunda saklıyor… Oğlanı babasının pornografik ve nü içerikli sanat sergisine götürüyor… Daha bunun gibi bir çok kaypaklık… Buradaki tek hoşuma giden demin de söyledim iki kültür arasında ki farklılıklar… Bunu ne kadar tam net veremese de yönetmen yine de üzerinde genel olarak durabilmiş…


Filmin iki tane iyi yanı var; birincisi, Paris… Bu şehri nasıl çekersen çek, istersen gizli, puslu kamerada çek, bu şehir yine romantik yine fevkalade, yine sokaktaki hatunlar muhteşem, o zaten yönetmenin başarısı değil… İkincisi ise, baş rol oyuncusu, esas oğlanı canlandıran, Adam Goldberg, adam karizma, tarz, marjinal, severim kendisini, film ne kadar berbat olsa da oyunculuğu muhteşem… Takdir ettim… Bu filmi zamanınız olsa dahi izlemeyin…


                        Saygılarımla


                        Güneş ÖNER


4/20/2010

Titanların Savaşı

Sonunda okulda gördüğümüz mitoloji dersleri bir işe yaradı diye çok mutluyum aslında ama şunu söylemem gerekir ki Clash of the Titans ( Titanların Savaşı) ‘ın konusu; karakterleri ismleri ve bu karakterlerin özellikleri dışında asırlardır yazılan, bilinen mitolojiyle pek de uyuşmuyor. Filmdeki karakterlerin tüm mitlerini bir araya getirip bir kolaj oluşturmuşlar desem daha doğru ama tabi ki belli bir zemin üzerine oturtulmuş bu kolaj… İnsanların tanrılara karşı çıkması, Zeusun insanlara kızıp onlara savaş ilan etmesi ve Hadesin, Zeusun yerine geçmek için kötü planlar yapması ve insanları kurtarmak için Zeusun oğlu Perseusun normal bir balıkçıyken insanlara yardım için ortaya çıkması genel bilinen bir konu fakat dediğim gibi yan karakterler, diyaloglar, başka yunan mitleriyle birleştirilerek sunulmuş karşımıza.. Aslında bakarsanız, filmde, ilgimi çeken mitolojik kahramanlar olmasa o kadar da ahım şahım bir film değil açıkçası… Ama izlenile bilinir bir film ve daha da önemlisi eğlenceli bir film… Şunu söyleyebilirim ki yapılan ikinci ‘Titanlar Savaşı’ ve ilkinden daha iyi olmuş çünkü efektlerle, karakterlerle ve oyuncularla daha güzel süslenmiş…



Biraz filmin konusundan bahsetmek gerekirse… Artık insanlar Tanrılara hürmet etmemektedir ve tanrıların daha güçlü olması için insanların onlara tapınmaları gerekir… Bunu daha önceden fark eden Hades, kardeşi Zeusun yanına gelir ve bunun artık böyle devam edemeyeceğini ve insanlara zulüm için kendisine izin vermesi gerektiğini yoksa güçlü olamayacaklarını söyler… Zeus da gaza gelir ve Hades e yetkiyi verir… Tabi Hadesin arkasından kuyusunu kazdığının farkında olmadan…


Hadesin düşüncesi ise insanlara zulüm ederse eğer insanlar korkularını açığa vuracak ve Hades de kardeşi Zeusun tersine korkuyla ve ölümle güçlendiği için daha güçlenerek Zeusu tahttan düşürecek…


Ama tabi bir kahraman olmadan film olmaz… Hades, Argos’a saldırdığında orada tesadüfen bulunan Perseus un babası, annesi ve kardeşi de Hades in gazabına uğrar ve yaşamlarını yitirirler. Tabi Perseus intikam yemini eder ve Hades in ölmesini ister ama Argos halkına yardım etmeyi ve Hades in tanrılar için kurban edilmesini istediği Argos kralının kızı Andromeda yı kurtarmayı reddetse de ki eğer kurban edilmezde Hades in Kraken i serbest bırakacağını ( Kraken aslında bir yunan mitolojisi yaratığı değil, İskandinav mitolojisinde bulunan bir yaratıktır. Mitolojiye göre devasa bir ahtapot olan Kraken kimseden korkmaz ve kolay kolay kimse tarafından öldürülemez), kendisinin yarı tanrı ve Zeusun oğlu olduğunu öğrenir ve kurtuluşun kendinde olduğunun farkına vararak insanlara yardım etmek için yola koyulur… Yolda babalık iç güdüsüyle Zeus, Perseusa yardım eli uzatır ama Perseus bunu kabul etmez ama sonraları savaştığı yaratıklar dünyada pek rastlanan yaratıklar olmadığından bu yardımları kabul eder… Zeus un, io nun, Draco nun, Şeyh Süleymanın, Solon ve Eusebios un yardımıyla Krakeni öldürmenin tek çaresi olan Medusanın başını almak için yola koyulurla ve hikaye tabi ki Krakeni öldürmeye kadar gider… Tahmin edilebilir, sıradan, cesaretlendirici, arada gaz veren bir film….


Filmde o kadar deniz olduğu halde en sevdiğim mitolojik tanrı olan Posedion un sahnesinin olmaması beni üzdü… Styx nehrindeki kayıkçı, tanrıların yaşadığı yer Olympos dağı, medusa, özellikle Kraken gerçekten çok güzel canlandırılmış, tabi tanrıların kıyafetleri, karizmaları da cabası…


Bu aralar sinema sektörü yunan mitolojisine kafayı takmış durumda, azımsanamayacak sayıda filmler yapıldı aldığım haberlere göre daha da gelecekmiş… Tabi senaryo sıkıntısı var, yaratıcılık bitti artık tarih öncesinin kaynaklarına saldırıyorlar… Her zaman derim bizim devrimiz hiçbir şey üretmiyor sadece eskiden üretilenleri yorumluyor… Kısır çağındayız, ne kadar teknoloji çağı deseler de aldanmayın… Var mı yeni Sokratesler, Euripidesler, Einstainler, yeni Shakespeareler, yeni Hitchcocklar… Yok, umarım kısa zamanda yeni dahi bilim adamları, dahi sanatçılar, dahi yazarlar ortaya çıkar yoksa sonumuz uyarlama filmlere, yazılara, eserlere kalacak…
                              Saygılarımla
                              Güneş ÖNER


4/19/2010

Aşk Dersi

Bence oscarı Aşk Dersi (An Education), çarpık çurpuk amerikan propagandası The Hurt Locker’ dan daha çok hak eden bir film… Bu film almalıydı demiyorum ama madem adaylar kategorisindeydi ve benim The Hurt Locker’a verilen Oscar a olan kızgınlığım hala sürüyorken bunu söyleme ihtiyacı duyuyorum ve her seferinde de söyleyeceğim… Tamam belki Aşk Dersi biraz Oxford Üniversitesine giden yolda yaşanan zorluklar, çelişkiler ve bu üniversitenin reklamı gibi görünebilir ama asıl konuyu düşününce ve filmi geniş bir perspektifle izleyince o teziniz bence çürüyor… Güzel bir İngiliz filmi olması yanı sıra; güzel oyunculuklar, iyi müzikler, hoş kıyafetlerle süslü…



Bir kızcağız var baş rolde ve bu kız çok şeker, çok şirin, akıllı, uslu ve ne kadar babasının zoruyla olsa da Oxford a gitme ümidiyle derslerine sıkı sıkıya çalışıyor.. Bir gün karşısına tam bir ‘son of a bitch’ ( küfürleri İngilizce yazmak kelimeyi daha masum gösteriyor) çıkıyor, adam kızdan yaşça büyük.. Kız tabi ki adamın karizmasına, pahalı araba ve kıyafetlerine kapılarak neredeyse tüm hayatını mahvedecek bir kararın adımını atarak bu adamla sevgili oluyor… Adamı, kızın ailesi çok seviyor çünkü adam gerçekten terbiyeli, konuşmasını, oturup, kalkmasını bilen biri ve tabi ki bu onlara ve kıza gösterdiği yüzü... Bir gün adam kıza evlenme teklif ediyor ve olaylar ondan sonra patlak veriyor ki bu bahsettiğim kısım filmin sonlarına doğru…


Film oyunculuklarıyla gerçekten başarılı ki zaten en iyi oyuncu dalında adaylıkları var zaten demin söylediğim üzere en iyi film adaylığı da var geçen senenin oscarından… Bu adaylıkları ve aldığı ödülleri fazlasıyla hak eden bir dram.. Gençlerin, bir şeyler yapmadan önce büyüklere, hayatı bilen birilerine danışması gerektiğini anlatan, özellikle genç kızların bir öküze tapmadan önce iyi düşünmeleri gerektiğini anlatan bir film… Filmde İngiltere ve Paris in olması, biraz aşk, biraz nefret, biraz dram, biraz komedi, biraz felsefe ve biraz Edith Piaf olması çok hoşuma gitti ve hiç sıkılmadan izledim.. Zamanınız varsa tavsiye ederim…


                Saygılarımla


               Güneş ÖNER


4/18/2010

Kan Dökülecek

Paraya, sıfırdan başlayıp çok çabuk sahip olabilme, bu parayı kazanırken başkalarının zarar görmesi, ezilmesi, yok olması… İşte bu Amerikan Rüyası ve onun yan etkilerinin ana başlığıdır… Çoğu filmde görürüz bunu en bilinenleri arasında Scarface( Yaralı Yüz), Lord of War ( Savaş Tanrısı) gibi filmler var ki bunlar hep biraz daha illegal bir örgütlenmeyle zengin olmayı anlatıyordu ama ‘There will be blood’ ( Kan Dökülecek) gayet legal bir yapıyla, doğuştan iş adamı, bir Rönesans adamı -yeniliklere ve gelişmelere açık biri desek daha doğru olur tabi ki- tarafından zenginliğe giden yolda bir petrolcünün hikayesini anlatıyor… Film hakkında şahsi düşüncemi söylemem gerekirse gayet ilgi çekici ve tarzı olan bir film, gerek oyuncular, gerek senaryo, gerek ambiyans sıradan olmayarak filme artı puan kazandırıyor.. Daniel Day-Lewis in oyunculuğu takdiri hak edecek düzeyde ki zaten sürpriz olmayan, 2007 Oscar en iyi erkek oyuncu ödülünü bu filmden almıştı… Filmde bahsettiğim üzere Amerikan Rüyasının en uç, en keskin yerinden bahsediyor ki baş roldeki adam (Day- Lewis) bu rüya için doğmuş ve bu rüyayı gerçekleştirmek için yaşıyor gibi bir his var… Adam zengin olsun, en iyi olsun da gerisi önemli değil gibi bir eksisi var filmin… Filmin en sevdiğim yanlarından biri de gereksiz repliklerin olmaması, ilk on beş dakikada dahi tek bir replik yok ki daha önceki yazılarımda da bahsettiğim üzere bir sinema filminde ilk on beş dakika çok önemlidir. Bu durum bence diğer bütün filmlere kafa tutuyor ve dönemin en iyi filmlerinden biri olduğunu zaten zamanında kanıtlamış... Filmin bir tarzı var dedim ya sürekli sosyal konulara değinerek devam ediyor.. Para ve din arasında ki kavga, iç içe geçememeleri ve aslında zamanımız koşullarında birbirinden ayrı kalamadıkları filmde fazlasıyla vurgulanmış…



Film 1800 sonları ve 1900 başlarında geçiyor… Daniel Plainwiev( Day- Lewis) madenci ve ileriyi, geleceğin petrole endeksleneceğini önceden görerek yana yana petrol arıyor,buluyor ve yavaş yavaş büyüyor tabi büyürken işlerinde yanında çalışan adamları güvenliksiz çalıştırdırdığından bazı kazalar sonucu kaybediyor… Bir kaza sonucu kaybettiği adamının yetim kalan oğlunu mecburen evlatlık alıyor ve aileye çok önem verdiğinden ki yanında çalışanları dahi ailesi olarak tanıtan Plainwiev evlat edindiği çocuğunu yaşı küçük olmasına rağmen hem oğlu hem de ortağı olarak tanıtıyor… Burada gerçekten geniş düşünen bir adam olduğunu anlıyoruz, kime ne iş vereceğini iyi biliyor bu adam, işçilerine nasıl yaklaşması gerektiğini biliyor ve bundan dolayı da işçilerin performansını arttırarak daha fazla kazanıyor… Bir gün ofisine Paul Sunday adında bir genç adam geliyor ve bu adam arazisindeki çatlaklardan petrol sızdığını ve bunun yerini söylemek için kendisine 500 dolar vermesini söylüyor tabi ki Plainwiev risk adamı hemen parayı veriyor yeri öğreniyor ve çocuğun gösterdiği araziye doğru yola çıkıyor… Oraya vardığında Paul Sunday den bahsetmeden evine gidiyor ve babasına kendisine araziyi satmasını söylüyor ama Paul’un diğer kardeşi kilisede vaiz olan Eli petrolden haberi olduğunu arazıyı satacaklarını ve eğer petrol çıkarsa kilisesine yüklü miktarda bağış yapmasını istiyor. Plainwiev bunu kabul ediyor çünkü eğer düşündüğü gibi petrolü bulursa inanılmaz derecede zengin olacağını biliyor… Sondaj makinesını kuruyor ve işe başlanıyor, daha ilk güden kazada biri ölüyor ama Plainwiev durmuyor sadece yarım gün paydos ediyor ve sonra tekrar devam ettiriyor, birkaç gün sonra sondajın üst tarafında makineyi izleyen oğlu o an fışkıran petrolden önceki gazın etkisiyle yere düşüyor o anda Plainwiev oğlunu almaya koşuyor (oğlu bu kazada duyma yetisini kaybediyor) ama bir yandan da inanılmaz derecede fışkıran petrolü kontrol etmeleri için adamlarına direktifler veriyor… Petrolü buluyor ve gün geçtikçe daha da zenginleşiyor ve gün geçtikçe daha da sapkınlaşıyor, daha aykırı oluyor, daha kendini beğenmiş oluyor… Para hırsı onu bitiriyor… Maddi olarak her şeye sahip olmasına rağmen filmin sonunda sevgiye ve şefkate sahip olmadan yaşamaya devam ediyor… Kanı gözünüzle göremiyorsunuz ama kan gerçekten dökülüyor….


Film aslında oyuncuları sayesinde kendini kurtarabilen bir film, ne kadar senaryo ve çekimler kaliteli olsa da yine de filmdeki ağırlık, anlamsız melankoli gözden kaçmıyor değil… Ama film izlenir, üzerinde konuşulunur ve dahası insanların duygusal derinliklerine eriştiğinden bir çok olumlu eleştiri alabilir… Türünün en iyisi değil, sadece türünde bir örnek…
                                                Saygılarımla
                                                Güneş ÖNER

4/09/2010

Zindan Adası

Scorsese her filminde ama istisnasız her filminde, hangi tarzda olursa olsun, beni koltuğuma çiviler. Film bitmeden kalkamam… Sinemaya gittiğimde keşke ara vermeseler de film aynen devam etse derim… Tek tek filmlerinin ismini vermeme gerek bile yok ki zamanı gelince hepsinin üzerinde ayrıntılı olarak duracağım zaten… Bu yazımda son filmi Zindan Adası ‘ndan (Shutter Island) bahsetmek istiyorum…



Scorsese Zindan Adası’nda yine coşturdu beni… İnanılmaz bir film, gözünüzü bir saniye bile sahneden alamayacağınız bir psikolojik gerilim filmi… Film o kadar iyiydi ki ön çaprazımdaki koltukta oturan hatuna bile bakamadım.. Neyse ciddi olalım…


Ben her zaman söylerim bir film izlene bilinir bir film ise - dikkatinizi çekerim iyi veya kötü film demiyorum çünkü bir filme iyi veya kötü diyebilmemiz için o filmin nasıl yönetildiğine, oyuncularına, senaryosuna, kurgusuna, müziğine ve hatta filmde kullanılan kostümlere dahi bakmamız gerekir- bunu filmin ilk on beş dakikasında anlayabilirsiniz… Ben bu filmin ilk on beş dakikasındaki izlene bilirliği arttırabilecek altı neden buldum… Birincisi, Leonardo DiCaprio… Aslına bakarsanız DiCaprio bana tamamıyla itici gelen bir oyuncudur, sevmem ama Sezarın hakkı Sezara demişler, adam fevkalade oynuyor ki bu filmde fark ettim ki yeteneğine yetenek katmış… İkincisi, ilk sahnelerde yanından geçilen bir mezarlığın tabelasında ‘ Bizimde yaşadığımızı, sevdiğimizi ve güldüğümüzü unutmayınız’ yazısı… insanın tüyleri diken diken oluyor doğrusu… Üç, yine ilk sahneleri birinde yaşlı bir teyze ve bu teyzenin saçlar dökülmüş, dişler perişan ve başrol oyuncusu Teddy Daniels ( DiCaprio) ‘a hemşirelerin yaptığı gibi sus işareti yaparak gülümsemesi… Anlıyorsunuz ki gelecek sahnelerde gerecek sizi bu teyze… Dört, Sir Ben Kingsley, inanılmaz her zaman ki gibi fevkalade… Beş, baş rolün hatırladığı ölü insan yığınları, bunların bide kar yağarken soğuktan donmuş halleri filme ayrı bir gizem katıyor doğrusu… Altı, garip ama çok garip bir firar vakası….


İşte sırf bu saydıklarımdan, filmin sadece 15 dakikasından dahi kaç tane film çıkar ama film olur mu tartışılır gerçi bu dönemde o basit filmlerden çok var ama neyse konuya dönelim. Filmde biri kayıp ve bu kayıp kişi akli dengesini yitirmiş üç küçük çocuğunu boğmuş bir kadın… Olay yeri bir ada, bu ada ve kadının firar ettiği hapishane ki aynı zamanda hastane inanılmaz derecede iyi korunuyor… Bu olayı araştırması için Dedektif Daniels görevlendiriliyor, adaya geliyor ve olaylar tabi ki bir birine karışıyor kimin deli kimin akıllı olduğu, kimin kim olduğu, kimin iyi kimin kötü olduğu birbirine giriyor yani anlayacağınız at izi it izine karışıyor.. Film de öyle bir noktaya geliyorsunuz ki ‘ ulan acaba ben de mi deliyim? ‘ falan oluyorsunuz… Neyse saptırmayalım konuyu… Açıkçası filmin konusundan pek bahsetmek istemiyorum çünkü burada yazacağım her şey filmi izlediğinizde olayı çözmek için delil olarak kullanılabilirsiniz… Tek ve son kelimemi yazmak istiyorum ki bu film son on yıl içinde yapılmış en iyi psikolojik gerilim filmlerden biri…


Saygılarımla


Güneş Öner


3/29/2010

Aile Her Şeyden Üstündür

Bir film düşünün size bir yaşamı nasıl yaşamanız gerektiğini anlatsın tüm içtenliğiyle… Onurlu bir yaşamı, haysiyetli bir yaşamı, bu hayatta aileyi her zaman birinci planda tutmanız gerektiğini çünkü hayatta her şeyi bir yana bırakırsak ailenin, hayatın gerçekleri arasında olduğunu anlatan bir film düşünün… Bu filmde oynamak için oyuncular günlerce prova odalarının önünde sıra beklemiş ve hatta o kapı önlerinde uyumuş ve bu oyuncular bugünkü çok iyi dediğimiz oyunculardır… Bu filmin sadece prova çekimlerine dört yüz bin (400.000) dolar para harcanmış, sadece bu filmin belli bölümlerini çekebilmek için bir sokak altı ay boyunca kapatılmış ve bu sokak sakinleri artık rahat davranamadıkları için film şirketiyle mahkemelik olmuştur… Bu film çekileceği zaman inanılmaz zorluklar yaşanmış, hem yönetmen, hem oyuncular yapımcı firma tarafından kovulacakları korkusuyla filmi çekmişlerdir…


Sinema tarihinde bir fenomen olan, kendine ait bir felsefeyi barındıran, deminden beri kısa da olsa anlatabilmeye çalıştığım film The Godfather….

Kısa zaman önce bir dergide, sinema dergisinde okuduğum bir yazı beni gerçekten düşündürdü… Bu yazı ‘…1599 yılında yazılan Shakespeare ‘in Hamlet ‘i, Mozart ‘ın Requiem Mass In D ‘si (1791), Van Gogh ‘un Ayçiçekleri (1888) tablosuyla… , (The Godfather) Baba ‘yı izlemediyseniz, asla gerçek bir erkek veya kadın olmazsınız’ idi… Acaba diyorum çok mu abartıyorlar veya ben mi çok abartıyorum bu filmi hem kendi kendime düşünürken hem de çevreme anlatırken… Hayır, bu film hayatı anlatıyor, gerçeği anlatıyor… İnsanlar bazen güler manyak herif bu kadar takılmış bir filme diye ama asıl ben onlara gülerim… Baba ‘yı beğenenler veya beğenmeyenler çok çevremde, bunu kadınlar veya erkekler diye ayırmıyorum. Eğer bu filmi sevmiyorsanız , izlerken çok sıkılıyorsanız, bunu sakın sorun etmeyin çünkü bu durum sizin yaradılışınızdaki eksikliktir, elinizden hiçbir şey gelmez. The Godfather ‘ı anlayabilmek için öncelikle belli bir kapasiteye sahip olmak gerekir… Bu söylediklerime çok tepki göstereceklerdir, yok herkes izlemek zorunda mı, hayatta bu filmi izlemeden yaşanamaz mı falan filan ama Oscar Wilde ’ın bir sözünü hatırlatmak isterim ki ‘ insanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar’ … Neyse ciddi olalım…


İlk karşılaştığımız Don, Don Vito Corleone (Marlon Brando)… İnanılmaz bir karaketer… Zorluk içinde sahip olmuş gücüne, parasına… Hayatta büyük sorunlar yaşamış ama hiçbir zaman ailesini veya canından bildiği arkadaşlarını satmamış, onlara yanış yapmamış bir karakter… Artık son demlerini yaşamaktaydı mevkiinde ve zaten savaş içinde olan beş büyük mafya ailesi cebren ve hile ile yerine geçecek büyük oğlunu öldürtmüştü… Ailenin ve işlerin başına geçmek küçük oğlu Michael ‘in (Al Pacino) üstüne kalmıştı… Aslında Vito bunu hiç istemezdi çünkü Michael ‘i her zaman avukat, doktor veya senatör olarak hayal etmişti ama bazen hayatın bizi sürüklediği yerde mecburen kalmak ve üzerimize düşen görevi yerine getirmek zorundayız… Michael da bu şekilde düşünüyordu, ailesini yalnız bırakamazdı, babası zaten suikasttan kurtulmasına rağmen bitkin ve hasta idi… Anlayacağınız tek çaresi Don unvanını almak ve ailesini bu mafya pisliğinden kurtarmak istiyordu ama o ne kadar geri çekilmek istese, ne kadar yasal işler yapmak istese de suç dünyasının düzenbaz, kural tanımaz insanları onu içeri çekiyorlardı, ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı ... Don Corleone ileriyi göre bir karakter, her zaman çocukları ve özellikle ailesi için savaşan bir baba ki bunu ‘ailesiyle zaman geçirmeyen bir erkek, asla gerçek bir erkek olamaz’ sözüyle ispatlamıştır, çok paralar kazanacak olmasına rağmen masum insanların zarar göreceğini bildiğinden uyuşturucu işine girmeyen bir liderdi… Michael ‘in da ondan eksik kalır yanı yoktu, gayet başarılı bir liderdi ama herkes hata yapardı hayatta o da kardeşini öldürterek, karısını aldatarak, insan öldürerek ve öldürterek büyük hatalar yapmış ve inanılmaz pişman olmuştu… Biliyordu ki bu hatalar hiçbir zaman affedilmezdi, bunların yüküyle yaşamak zorundaydı ve ne zaman ki aileyi temize çıkarıp yasal işlere girmek istese onu mafyanın içine bi şekilde çekmeleri onu çok rahatsız ediyordu… Bir gün anladı ki bu yoldan dönüş yok, hırpalanmış ruhuyla artık savaşamazdı da ve artık o da başkasına bıraktı tahtını… Oğlu istememişti onun işleriyle ilgilenmeyi çünkü iyi anıları yoktu bu ailenin suç dünyasındaki geçmişiyle… Michael tahtını Vincent ( Andie Garcia)’a bırakmaya karar verdi.. O ağabeyi, öldürülen Sonny (Santino) Corleone ( James Caan) ‘nın gayri meşru oğluydu ama Vincent ’a bakan hiç tereddütsüz Sonny ‘nin oğlu olduğunu söyleyebilirdi… Michael artık inzivaya çekilmişti ve Vincent biliyordu ki ‘aile her şeyden üstündür’.

Filmi genel olarak alıp pek sahnelere deyinmememe rağmen beni her zaman etkileyen bir sahneden kısaca bahsetmek isterim.. Sahne ikinci bölüm (The Godfather: Part II) ‘den… Vito’nun gençliğini anlatan sahnede Vito ( Robert De Niro – Genç Vito Corleone rolünde)’nun çalıştığı bakkal dükkanındaki işine son verilmek üzeredir bazı nedenlerden dolayı ve bunu patronu ona zorlukla söleyebilmektedir. Tabi Vito o zamanlar daha tanınmayan biri, bir Don ya da gangster olarak bilinmeyen herhangi bir kişi ama çok saygı duyulan bir gençtir… Patronu yaklaşır ve onun artık çalışamayacağını ama bunu söylerken ne kadar üzüldüğünü anlatır Vito ise sorun olmadığını kendisine hep iyi davrandığını ve hiçbir zaman iyiliklerini unutmayacağından bahseder… Neyse Vito eşyalarını toplayıp evine dönmeye hazırlanır, yola koyulur. Biraz uzaklaştığında bakkalın sahibi elinde büyük kasa ve içinde dolu meyve, sebzeyle Vito’ ya seslenir.. Bunları evine götürüp iş bulana kadar idare etmesini ister ama Vito bakkalın tüm ısrarına rağmen onu kabul etmez nezaketinden ve gururundan… Eve gider onu karısı karşılar ve Vito cebinden küçük bir armut çıkartır masanın üstüne koyar bunu gören karısı çok sevinir ve buna mutlu olur… İşte bahsettiğim hayat, fedakarlık, sevgi, saygı, aile bağı budur… Eğer o kasa dolusu yiyeceği görseydi ne yapardı kim bilir? … Az ile yetinme, aç gözlü olmama… Bu filmi sevmemin nedenleri var, her hafta takıp bu filmi izliyorsam şu dünyada bazı şeylere özlem duymam ve hasret kalmamdır…

Bu film sinema tarihine gerçekten altın harflerle yazılmış bir film… En iyi filmler arasında gayet tabi olmakla birlikte listede her daim birinci sırada bulunmakta… Ümidimdir ki herkes Baba filmini izlesin ve inanıyorum ki bu filmi izledikten sonra hayata karşı bir şey öğrenecek, hayata bakış açınız değişecektir… Sinema tarihinde çok az film bunu başarabilir… Baba filmine olan saygımı bu yazılarla anlatırken bu filmin mimarı, inanılmaz yönetmenliğiyle Francis Ford Coppola ’ya ve fevkalade bir eser olan The Godfather kitabı yazan ve bu kitabı senaryoya çeviren Mario Puzo’ ya da saygılarımı sunmayı bir borç bilirim….

Saygılarımla

Güneş ÖNER









2/14/2010

You Know Me !!

Robert de Niro ya olan hayranlığımı ne kadar anlatırsam anlatayım yazdığım hiçbir kelime onu izlerken hissettiklerimi karşılayamaz… Oyunculuk hayatı boyunca her filmini izlemişimdir… Her karakterini hatırlarım, ismiyle, mimikleriyle… Çünkü inanılmaz bir oyuncu… Kendisine ait stil ve duruşa sahip bir oyuncu… Tabi ki hayran olduğum başka oyuncularda var mesala Meryl Streep, Marlon Brando, Charles Chaplin, Kate Winslet ve daha bir çok oyuncu ama De Niro nun yeri çok farklı… Nasıl ki eski zaman sanatlarından, sanatçılarından bahsederken; Da vinci, Michelangelo, Picasso gibi kişilerden bahsediyorsak ilerde torunlarımız belki daha da ilerde onların torunları sinemadan bahsedip dönemimizden konuştukları zaman tek bir isim sürekli telaffuz edilecektir… Robert De Niro….


Kendisi aslında oyunculuğun dışında yönetmenlik ve film yapımcılıda yapmaktadır ve bu konularda da gerçekten büyük başarılar elde etmiştir… Her röle bürünebilmesi ayrı bir konu bu rollerin birbirleriyle büyük tezatlık gösterip oyunculuk sırasında hiçbir falso vermemesi çok şaşırtır beni, tabi o gülüşü neredeyse her filminde kullanır ki bu onunla bütünleşmiştir zaten… Şimdiye kadar çektiği filmler 80 i bulmuş durumda ve daha da çekecek gibi bir performans var son filmi Everybody’s Fine (Herkesin Keyfi Yerinde) da gördüğüö üzere, bu filme yazımın sonlarına doğru değineceğim ama önce biraz eski filmlerinden, kültleşmiş filmlerinden bahsetmek isterim…

The Godfather II de genç Vito Corleone yi çok büyük bir başarıyla canlandırdı, aslında onu Godfather daki Sonny rolü için düşünüyorlardı ama genç Vito Corleone rolündeydi ve daha da iyi oldu zaten… Raging Bull da bir boksörün inişli çıkışlı hayatını oynadı ve sadece filmin son beş dakikasında gösterilecek kilolu hali için 25 kilo aldı ve rolünün hakkını verdi… Taxi Driver da genç ve dünyayı değiştirmek isteyen bir taksiciyi oynadı ve rolünün hakkını vermek için saçlarının halini bilmeyen yoktur… Angel Heart da şeytan rolünü, Frankenstain da yaratık rolünün hakkını fazlasıyla verdi, bazı filmlerde büyük mafya babasını, bazı filmlerinde duygusal aile babasını, bazı filmlerinde psikopat bir katili, hatta bazı filmlerinde sert gibi görünen ama homoseksüel olan bir kaptanı oynadı, komedi, dram, aksiyon, bilim kurgu, korku türündeki bütün filmlerde boy gösterdi, bazı oynadığı filmlerde sadece baş dakika göründü ama yine oynadığı rolün hakkını verdi, her bir oynadığı film inanılmaz sürükleyici ve büyüleyici olarak izlendi, izleniyor eminim izlenecektir de…

Son filmine fazla uzatmadan gelmek istiyorum çünkü daha anlatacak çok şey var bu kadarla tabi ki sınırlı değil… Everybody’s Fine ( Herkesin Keyfi Yerinde) duygusal anlamda güzel bir film… Daha önce çekilmiş İtalyan yapımı olan Giuseppe Tornatore nin ‘ Stanno Tutti Bene’ filminin aslında yeniden çevrimi diyebiliriz ama senaryoda biraz farklılıklar var tabii… Hayatını çocuklarına adamış bir baba, eşini kaybettikten sonra çocuklarıyla daha fazla ilgilenmek ister ama çocukları uzaktadır ve beklediği üzere şükran günü yemeğine bahaneler uydurup gelmezler ve babaları da bavulunu kaptığı gibi çocuklarına tek tek sürpriz yapmak ister ama onlarla karşılaştıkça hayatları hiç onun bildiği gibi değildir aslında onu hayal kırıklığına uğratmamak için annelerinin haberi olmasına rağmen hiçbir şeyden haberi yoktur… Ama onlar mutlu olduğu sürece o her zaman mutludur… Filmin oyuncu kadrosunda fedakar baba rolünde Robert de Niro, çocuklarının rollerini ise Sam Rockwell, Drew Barrymore, Kate Beckinsale oynamakta… Filmde dram ve duygusallık üst seviyelerde, oyunculuklar da keza aynı… Robert de Niro nun mimiklerine çok dikkat, yine inanılmaz.... Eğer De Niro ya gelecek sene ömür boyu başarı Oscar ödülü verirlerse şaşırmamanızı şimdiden söylemek isterim… Saygılarımla…


Güneş ÖNER













2/05/2010

And the Oscar goes to…







Geçen günlerde daha doğrusu tam olarak 2 Şubatta Academy Oscar adaylarını açıkladı… Liste geçen senelerden farklı olarak en iyi film kategorisinde on film bulunakta… Önce listeye bir göz atalım sonra kendi naçizane tahminlerimden bahsetmek istiyorum…


En İyi film ;


The Hurt Locker
Avatar
An Education
Distict 9
The Blind Side
Inglourious Basterds
A Serious Man
Up
Up in the Air
Precious


En İyi Yönetmen ;

James Cameron (Avatar)
Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)
Quentin Tarantino (Inglourious Basterds)
Lee Daniels (Preciosus)
Jason Bateman (Up in the Air)

En İyi Erkek Oyuncu ;

Jeff Bridges (Crazy Heart)
George Clooney (Up in the Air)
Colin Firth (A Single Man)
Morgan Freeman (Invictus)
Jeremy Renner (The Hurt Locker)

En İyi Kadın Oyuncu ;

Sandra Bullock (The Blind Side)
Helen Mirren (The Last Station)
Carey Mulligan (An Education)
Gabourey Sidibe (Precious)
Meryl Streep (Julia & Julia)


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ;

Matt Damon (Invitus)
Woody Harrelson (The Messenger)
Christopher Plummer (The Last Station)
Stanley Tucci (The Lovely Bones)
Christopher Waltz (Inglourious Basterds)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ;


Penelope Cruz (Nine)
Vera Farmiga (Up in the Air)
Maggie Gyllenhaal (Crazy Heart)
Anna Kendrick (Up in the Air)
Mo'Nique (Precious)


En İyi Animasyon ;


Coraline (Henry Selick)
Fantastic Mr. Fox (Wes Anderson)
The Princess and the Fog (John Musker and Ron Clements)
The Secret of Kelles (Tomm Moore)
Up (Pete Docter)




En iyi film dalında on adayın olması bence bu sene için çok iyi oldu hem bazı filmlerin hakkı yenmemiş oldu hem de rekabet arttı ve kimin kazanabileceği paranoyasının şiddetini arttırdı… Çoğu kişi en iyi film ödülünü Avatara vereceklerini düşünüyor ama bence vermemeliler çünkü Oscar ödülü alan bir film bütünlük oluşturmalı, senaryosuyla, oyunculuklarıyla, kurguyla ki Avatar ne kadar inanılmaz bir film olsa da görsellik açısından, senaryo açısından sınıfı geçebilmiş değil… Bence Oscar ödülünü büyük bir sürpriz yaratacak olan Up in the Air filmine verecekler… Çünkü kaliteli bir yapım ve güncel bir konu olan kriz ortamında işten çıkarmalardan bahseden bir film…. Bu kategorideki başka bir ayrıntı ise bir animasyon filmin –Up- ilk defa en iyi film adaylığında olması gerçekten bu da çok heyecan verici bir durum…. Bu kategoride ki her film gerçekten çok kaliteli yapımlar hepsi çok eğlenceli etkileyici yapımlar ama biri kazanmak zorunda… Dediğim gibi bence Oscar ı Up in the Air e verirler ama gönlümdeki film ise Inglourious Basterds… Bu film gerçekten beğendiğim filmlerin arasında bulunuyor ve Oscar alma ihtimali var tabi ki ama diğer dokuz film karşısında pek şansı olabileceğini sanmıyorum…


Her zaman bahsederim bir filmde yönetmen her şeydir, bir filmi film yapan yönetmendir… Bu kategoride gerçekten çok zorlu, her bir aday çok başarılı… Benim tahminim en iyi yönetmen ödülünü Quentin Tarantino’nun alacağı doğrultusunda çünkü geçekten yıllardır çok iyi filmler çekiyor, ne zaman bir film yapsa büyük sükse yapıyor ve bu son filminde de gerçekten inanılmaz bir performans ve birikimle filmini çektiğinden dolayı bence bu ödülü hak ediyor…


Beklediğim an geldi sonunda… İnanılmaz bir aktör olan, bir röle büründüğünde inanılmaz derecede hakkını vererek filmlerde devleşen ve yıllardır Oscarın ne hikmetse kendisine verilmediği bir aktör sonunda ve sonunda Oscar ı alacak… Bu kadar net konuşuyorum çünkü çok başarılı bir aktör… Crazy Heart daki inanılmaz oyunculuğuyla, Jeff Bridges….


Bu senenin en beğendiğim filminde oynayan, İnglourious basterds daki Hans Landa rolüyle Christopher Waltz inanılmaz değimli… Mimikleri, konuşma tarzı hele o filmin sonlarına doğru İtalyancaya girişiyle gösterdiği performans…. İnanılmaz, fevkalade… Bu ödülü fazlasıyla hak ediyor ve benim tahinim ki tahminin ötesinde eminim bundan Christopher Waltz bu ödülü alır….


En iyi kadın oyuncu rolünde Merly Streep bu sene Oscar’a on altıncı kez aday oluyor ve bu inanılmaz bir şey ki bunu fazlasıyla hak ediyor zaten ama her zaman iyi oyunculuk sergilemesine rağmen ödülü de onun alacağı anlamına gelmiyor, bu kategoride en az onun kadar iyi olan Sandra Bullock bu sene Oscar heykelciğini havaya kaldırır bence, zaten bu sene oynadığı film The Blind Side en iyi film adayları arasında… Filmin etkileyici olduğu kadar Sandra Bullock un performansı da bir o kadar etkileyici gerçekten…


En iyi yardımcı kadın oyuncu kategorisinde de bu sene pek sürpriz olacağını sanmıyorum ve Precious da ki rolüyle Mo'Nique bu ödülü fazlasıyla hak ediyor… Umarım tahminim doğru çıkar ve ödülü ona verirler…


Animasyon filmlerin bende hep ayrı bir yeri var… Buz Devri, Wall – E, Shrek mesela… Bu senede gerçekten izlediğimde büyük zevk aldığım ki en iyi film kategorisine girerek büyük bir başarıya şimdiden imza atan ‘Up’ en iyi animasyon film ödülünü alır umarım… Bu kategoride çok etkilendiğim başka film animasyon olan Fantastic Mr. Fox da ayrı bir özelliğe sahip… Filmi yönetmeni olan Wes Anderso nun ilk animasyonu ve bu yönetmen sevdiğim yönetmenler arasında olması yanı sıra filmlerinde değişik karakterlere yer vermesiyle gerçekten çok farklı işlere imza atıyor ki bu animasyonda da öyle olmuş… Mr. Fox un, Up ın karşısında pek şansı yok gibi ama yine de sürpriz yapabilir…


Saygılarımla


Güneş ÖNER



2/01/2010

Ejderin Zehri

Son zamanlarda sinemayla ilgilenen kişilerin neredeyse hepsi Türk sineması hakkında çeşitli eleştiriler yapıyor… Ama bu eleştirilerin neredeyse çoğu Türk sinemasının nereye doğru gittiğini, nereden geldiğini ve nasıl ilerlediğinden çok bizim sinemamız ve Avrupa ve Amerika – Hollywood – sinemasıyla yapılan karşılaştırmalardan ibaret… Bir kere şunu unutmayalım adamlarda teknoloji var… Para, oyuncu, yönetmen, senarist ve sinema filmi için lazım olan her şey fazlasıyla mevcut… Bizde az sayıda kalifiye oyuncu, yönetmen ve senaryo var… Bu şartlarda onlarla aynı statüde değiliz, bence bu tarz karşılaştırmalar yapmamak gerekir… Asıl konu eğer Türk sinemasıysa gayet iyiye gidiyor… Neden mi? Zaten zamanında kendi standartlarımıza göre çok iyiydi… Şu anda da öyledir ve dediğim gibi iyiye gitmekte… Ki düşünün hala bir Hababam Sınıfı, Şark Bülbülü, Çirkin Kral gibi filmleri izlerken ekran başından ayrılmak mümkün değil… Tabi ki şimdi yapılan veya geçmişte yapılmış her filme iyi demiyorum bunu belirteyim… Günümüzde film yapmak için ekonomik engeller neredeyse aşılmış durumda. Bu bazen devletin yardımıyla bazen de büyük prodüksiyon firmaları sayesinde aşılıyor, bu bence büyük bir adım. Bunun sonucu olarak daha çok film yapılmakta, daha çok alternatif bulunmakta ve bu sektör büyüdükçe daha çok oyuncu ve yönetmen yetişmekte… Hal böyle olunca, bu kadar çok Türk filmi beyaz perdede gösterimde olduğundan, insanlar daha çok sinemaya gidiyor ve bu da bence Türk sinemasının ilerlemesi için büyük adımlardan…. Yeni filmlerden olan ve sinemamızın ilerlemesinde bir basamak olacağına inandığım, sinemamızda türüne pek rastlanmayan bir filmden bahsedeceğim… Ejder Kapanı…



Uğur Yücel yine yapmış yapacağını oyunculuğuyla ve yönetmenliğiyle… Ne kadar Kabadayıdaki Ali Osman etkileri görsek de onda, onun oyunculuğunu gördüğümüzde bunu aklımızdan silip atıyoruz bir an ve o, karakteri Abbas ‘a öyle bürünüyor ki Ali Osman‘ı da unutuyoruz, Uğur Yücel’i de … Kenan İmirzalıoğlu ne kadar yeni olsa da daha sinemada, yine çoşturuyor bizi, karakterine sıkı sıkı sarılıyor ve onu da karakterden başka hiç kimseye yapıştıramıyoruz…. Bu iki oyunculuk ve bizim sinemamızda türüne pek rastlamadığımız senaryoya sahip bir filmi izlerken keyfimizden dört köşe oluruz tabi ki… Daha öncede dediğim gibi sinemamız iyiye gidiyor, çok iyiye hem de…


Ejder Kapanı, İstanbul da gerçekleşen seri cinayetlerin çözülmesini anlatan bir polisiye… Katilin öldürdüğü kişiler çocuk tacizcileri ve bu sapıkların afla kısa sürede dışarı çıkması katilin bam teline dokunuyor, katilde adaleti kendi sağlamaya çalışıyor ve kendisi devlet oluyor… Ama adalet böyle işlemez tabi ki bu devletin yasaları var, polisi var... Burada deneyimli, işinde ehil adli dedektif Abbas ( U. Yücel) ve baş komser Akrep Celal ( K. İmirzalıoğlu) devreye giriyor, zorlu davayı çözmek için… Halktan bu katili (ki kime göre katil kime göre kahraman ) övenler, alkışlayanlar da var ve tabi ki lanetleyenler de ….


Film pek hızlı gitmiyor aslında ama cinayetler, araba kovalamacaları, silahlar, sevişme sahneleri falan derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz… Oyuncular arasında Nejat İşler, Berrak Tüzünataç, Ceyda Düvenci ve Sırrı Süreyya Önder de rollerinin hakkını veriyorlar… Ama yönetmenlik konusunda birkaç kopukluk, aksaklık gözümden kaçmadı tabi ki.. Zaten Uğur Yücel den de mükemmel, olağan üstü bir film beklemiyordum… Filme kötü veya izlenemez demek istemiyorum…. gayet muntazam, bahsettiğim aksaklık kurguda, sadece teknik açıdan… Demek istediğim zaten kendisi bir oyuncu, yönetmen değil… Yapabileceğinin en iyisi bu olurdu… Sonuçta neyin ne olduğunu, film set ortamını bilen biri…. Zamanımızda şarkıcılar bile ne filmler çıkarıyor, Uğur Yücel mi yapamayacak….


En çok etkilendiğim konu ise filmdeki replikler idi… O kadar güzel hazırlanmışlar ki, hele bir tanesi beni çok etkiledi ‘ Allah intikam almak istediği kulunu bir başka kulu vasıtasıyla cezalandırır… Ama Allah’ın ilmini bilmeyenler bunu kulun yaptığını sanır’


Saygılarımla


Güneş ÖNER



1/27/2010

AVATAR


Sinema tarihinin ilk filmi 1895 de çekilen Tirenin Gara Varışı (L’Arivee d’un Train en Gare de la Ciotat) 50 saniyelik bir filmdi ve filmi izleyenler perdedeki kendilerine doğru gelen treni gerçek sanarak koltuklarının altına saklanmışlardı… Bu film bir başlangıçtı ve sinema bunu ve bundan sonra yapılan filmleri örnek alarak gelişti, kendi kendini yeniledi ve beynelmilel bir kurum haine geldi…Günümüze kadar sinema endüstrisinde bir çok devrim gerçekleşti bunlardan bir kaçına örnek vermem gerekirse; Metropolis, Yurttaş Kane( Citizen Kane), Baba ( The Godfather ), Star Wars, Matrix çığır açan filmlerden bir kaçıydı... Şimdi ise sinemanın yeni buluşuyla, yeni devrimiyle karşı karşıyayız, AVATAR…



Aslında uzun zamandır beklediğim bir filmdi çıktığında yer bulma sıkıntısı çektiğimden ancak haftalar sonra yer bularak gidebildim filme ve gitmediğim gösterime girdiğinden beri geçen her gün için o kadar pişmanım ki anlatamam keşke biraz daha uğraşsaydım da bilet bulabilmek için ilk gün gitseydim… Şimdiye kadar yapılmış hiçbir filmde bu kadar kaliteli görüntü ve efekt izlemedim. Evet filmin yönetmeni olan James Cameron zaten her şekilde çok kaliteli filmler çıkartabilecek bir profesyonelliğe sahip olması bir gerçek ama çok kaliteli yönetmenler dahi (örneğin Coppola ) yeni bir şeyler denediklerinde sinemada hata vermeleri muhtemeldir ki bunu kimse yüzlerine vurmaz zaten durumdan ötürü… Abartmıyorum filmde hiçbir kopuk sahne yakalayamadım eksiklik veya eğreti gelen bir durumla karşılaşmadım film fevkalade… Tamam çok övdüğümü ve eksik yönlerinden bahsetmediğimi söyleyebilirsiniz şimdi o konuya parmak basacağım… Sorun senaryoda evet her şeyi güzel filmin 3 boyutlu çekilmesi zaten büyük bir devrim ( ki kamera bir sahnesinde uçuruma doğru döndüğünde o kadar gerçekçi ki ekrana bakamıyorsunuz, dizlerinizin bağı çözülüyor, uçurum önünüzde ve eğilseniz düşeceksiniz gibi) ama senaryo biraz bilindik, tahmin edilebilir, hiç de adamı koltuğuna çivileyen bir durum söz konusu değil… Zaten bu yönetmenin tarzı değil adam yenilik peşinde, Titanikde de öyleydi diğerlerinden de keza Avatarda da öyle… Son aldığım haberlere göre zaten James Cameron yeni filmini uzayda çekmeyi planlıyormuş… Maden öyle diğer bütün yönetmeleri aynı dönemde film çekmemeleri için uyarmamız boynumuzun borcudur…


Avatar büyük bir devrimdir. Sinemayla ilgilenin veya ilgilenmeyin inanılmaz etkileyici ve eğlenceli bir yapım. Eğlenceli diyorum fakat filmde duygusallık hat safhada ben ağlamamak için zor tuttum kendimi sizi bilemiyorum artık ne hale gelirsiniz… Neyse ciddi olalım… Filmi izlemenizi özellikle 3D izlemenizi şiddetle tavsiye ederim… Saygılarımla.






                         GÜNEŞ ÖNER










1/23/2010

whoo ahhhhh


Gözleri ne kadar istese de görmeyen, bunun için büyük bir karamsarlığa kapılacağına her zaman hayatla bir savaş içinde olan emekli albay, şerefli bir asker… Bir gün gelir ve her şeyin ne kadar karanlık olduğunu görür ama aslında hissettiği karanlık onun görememesinden kaynaklanan karanlık değil hayatın artık ne kadar anlamsız olduğudur. Tanıdığı tanımadığı herkese kötü davranır artık onları yanında istemez ta ki yanına onun bakıcığını yapması için genç bir adam gelene kadar… Bu genç adam onu hayata bağlamaya çalışsa da bunu ilk başlarda başaramaz ama daha sonra bunu büyük bir zaferle sonuçlandırır. Yaşlı ama karizmatik asker sonunda hayatı yaşamaya karar verir… Genç adamın büyük ve cesur direnişiyle…
Bir filmden bahsediyorum ne kadar adını duyduğumda filmin, ilk sefer de telafuzunda zorlansam da çok beğendiğim oyunculuğuyla, yönetimiyle, kurgusuyla ve senaryosuyla bütünlük sağlayan ‘Scent of a Woman’ … Baş rolünde Al Pacino ve oyuncunun ilk sahnesinde onun görüntüsü değil de sesiyle karşılaşmanıza rağmen onun sesini duyduğunuzda ‘’ sesine kurban olayım ‘’ diyeceğinize eminim… Neyse ciddi olalım…Filmi gerçekten beğendim hem oynayan genç ve gelecek vaat eden oyuncular ki film 1992 de çekildiğinden şimdi bu oyuncuları bir çok filmde baş rol ya da yardımcı başrol olarak görebiliyoruz… Filmin sahnelerinde herhangi bir kopukluk yakalamak neredeyse imkansız… Dram olarak gerçekten başarılı yeni bir Carlito’s Way ( baş rolünde gene Al Pacino oynamıştır ) demiyorum fakat şimdiki berbat sinema ürünlerine bakarsak film fevkalade…
Filmi izlerken tavsiyem Al Pacino nun tango ( buradaki şarkı ; Carlos Garbel- Por una Cabeza) sahnesi ve Ferrari ye bindiği sahneyi gördüğünüzde gözünüzü ekrandan ayırmayın… Eğer zamanınızı bir film için ayıracaksanız bu film lütfen ‘ Scent of a Woman’ olsun… Saygılarımla…
                                GÜNEŞ ÖNER

1/13/2010

KÜLTÜR MANTARI

Merhaba sayın okuyucu, uzun zamandır yazılarımı paylaşmadım, bu uzun aranın en önemli sebebi dolu dolu bir yazı yazmak istememdi. Bir türlü yazdıklarımı toparlayamıyordum. Sanırım pek dolmuşum ki bu gün bu saatte hiç üşenmeden başladım sitemkâr ve bıkkın satırlara… Bu arada dolu dolu bir yazı derken hareketin eksik olmadığı maceralı(!) hayatımdan bahsetmeyeceğim. Dolu olduğum konu hazırladığım diğer yazılardan baya farklı yani… Konu aslında benim gibi düşünenlerin ortak sorunu. Kültür mantarları… Kültür mantarı deyince hemen aklınıza ortasına biraz kaşarpeyniri biraz da tereyağı koyup ızgara yaptığımız, küçük, tadına doyum olmayan sebze gelmesin. Bilakis ben burada kendilerinden bıkmama sebep olan, ne yenilebilen ne de yutulabilen, ne dinlenebilen ne de susturulabilen nam-ı değer kültür mantarlarından bahsediyorum. Hani sizin de etrafınızda kontrolsüzce biten kültür mantarlarından yahu. Ne kadar kaçarsanız kaçın bir yerde karşınıza çıkan tiplerdir bunlar. Mesela can sıkıntısını bastırmak için açılan TV’de, otobüste, merak ve özenle okunan bir mecmuada ya da her zaman gittiğiniz restoranda… Hali tavrıyla çok bilgili, kültürlü olduğunu düşünen,  havalı görünmeye çalışan, tüm bu sahte davranışlarını vücut dili ve giyimi kuşamıyla destekleyen aciz bir tür özünde. Bana göre bu türün en büyük ortak noktası, aslında yaşanılası hayatlarında ki herhangi bir öğenin eksikliğinden doğan özgüvensizliğin sonucu olan eziklik! Kısacası kompleksleri. Bu komplekslerin egemenliğinde, bilinçaltı doğal olarak kolayca sahip olabileceğini düşündüğü en kolay ve en popüler kültür öğesine fütursuzca yönelir. Bu ve bunun gibi bir dizi eylem sonrasında aşırı gübrelemeden dolayı bu gizli zararlılar üremeye ve türemeye başlarlar. Mesela bu komplekslerin en bariz örneği parasızlığın getirdiği gocunmadır. İnsan parasız olabilir, bazıları gibi ağzında gümüş kaşıkla doğmamıştır. Ancak bunu fark eden vatandaş şiddetle ve farkına varmayı istemeksizin kendisine bir sosyal statü kazanmaya çalışır. Aslında var olmayan bir kişilik oluşturulmuş ve yalan gibi figüranlarla desteklenen bir oyun ortaya çıkartılmıştır. Kendisinden başka herkes zamanla bu durumu fark eder. Ancak mantarlar kendilerini sahte kültürden türetmeye devam ederler. Bu tipler kesinlikle hırslı, tutkulu insanlarla karıştırılmamalıdır bana göre. Bugün maddi olanaksızlıklar yaşayan herhangi kararlı, realist bir insan ilerde imrenilecek kadar varlıklı ve kültürlü olabilir. Aslında söz konusu olan şey maddi varlık değil, bilakis ömür birikimi olan kültürdür. Bu durum diğerinden tamamen farklıdır. Olasılıkları burada sıralamanın bir âlemi yok ama çürükleri ayırmak gerekli çünkü yanlış anlaşılmak istemem. Bazı birikimler zamanla kazınılır. Kültür, oturmuş bir karakterin üzerine inşa edildiğinde kendisini tam olarak belli eder. Lütfen, kendinizi bildiklerinizle övmeyin, her cümlenizden sonra başkalarının size hayranlıkla, imrenerek bakmasını da beklemeyin. Kültürlü olmak bu demek değildir, sizin yaptığınız egonuzu tatmin etmekten başka bir şey olmaz. Takdir edilmek her insanın hoşuna gider ama her şıracının bir bozacısı olmamalı. Farklı konularda, farklı fikirlerde görürüz onları istisnasız. Mesela müzik, edebiyat, spor, otomobil, sinema, insan ilişkileri… Bu ve daha birçok konuda masnu kültür ve bilgi sahibidir bu insanlar. Hepsinden ziyade hakkında çok kişinin vâkıf olmadığı konularda yapılan küstahlıklar beni sinirlendiriyor… 10 liraya aldığı takıyı 4 nesildir mücevherle uğraşan bir Yahudi edasıyla anlatması ya da gördüğü en ışıklı mekânın reklam tabelalı otobüs durağı olmasına rağmen, az önce ayrıldığı odasını sanki Louvre Müzesi gibi ahenkle anlatması örneğin. Yudumlanmış tek viski ya aile gezmelerinde babadan gizli içilen viski ya da evin vitrinindeki benzine dönüşmüş viskidir. Lakin sizin gözünüzü boyamaya çalıştığı o ucuz nutku bir İskoçyalı duysa utanır viskiden konuşmaya. Beterin beteri vardır derler ya, doğru. Bir de bunların mevki sahibi olmuş, nüfuzlu benzerlerini düşünün. Bu yetişkin mantarın parası da vardır üstelik ve evine depolamaktadır pahalı şişleri herhangi bir gösteriş anı için ama ne fayda, adam bardağa damlattığını övmekten, içtiğinin semeresini çıkarmaya çalışmaktan azgına koyamaz içkiyi. İlla yeni öğrenilen bir konuda kültür mantarı olunacak diye bir sebep yok tabi ki. Üzerinde türediği konu hakkında, benzeri eylemleri çok defa yapmış, tekrarlamış olabilir. Benim tam olarak kaldıramadığım şey aslında olmadıkları kişilik üzerine kurdukları köpükten kültür kalesi. Velhasıl bu türün en önemli sorunlarından birisi,  kültürlü olunduğunun gösterilmeye çalışılmasıdır eşe dosta, el âleme. “Bilgi sahibi olmak yeri geldiğinde o konuda mütevazı olmayı gerektirir” diye düşünmez hiç. Ona göre kültürlü görünmek, sınıf atlamış olmaktır komplekssiz gezen akranlar arasında. Onlara göre kültürlü olmak, kibirle kaplanmış gözleri sigara dumanı kadar hafif yoğunlukta bir gerçeklikle boyamak, betonarme düşünceleri, kulaktan dolma bilgilerle, nefes almaksızın ipe dizmektir. Kendileri bile inanmazlar ağızlarından dökülen yalanlara sizi aptal yerine koymaya başladıklarında, birileri bas bas bağırmalı onların sağır kulaklarına hakikatten ne kadar boş olduklarını, kurdukları her cümlenin dizlerinin titrediğini, bu kadar fazla yalanın bile ortaya çıkmaktan korktuğunu… Aslında yaradılışta var olan boşluklar doldurulmaya çalışılır bu noksanlıkta, en kötüsü de olmayan karakterlerini de arayıp bulmayı umut etmeleridir Google sayfalarında…

SERDAR ÖZNEL