4/30/2010

DOKUZ

Eskiden yapılan filmler, yönetmenlerin ki sadece yönetmen diyorum çünkü bir yönetmen aynı zamanda o filmin senaristiydi, filmlerini yaparken o filmden çok paralar kazanma arzusu beslemiyordu… Onlar sadece bir şeyler anlatmak, duygularını beyaz perdeye yansıtmak ve bütünüyle bir sanat eseri ortaya çıkarmak için uğraşıyorlardı… İşte eski filmleri sevmemin tek nedeni budur… İzlediğiniz görsel bir sanat dalıydı o zamanlar… Sanki bir tabloya bakıyormuşsunuz, sanki bir opera eserini dinliyormuşsunuz, sanki bir tiyatro oyununu izliyormuşsunuz gibidir eski filmler… Eski derken 1920 ile 1972 The Godfather filmine kadar olan aradan bahsediyorum çünkü The Godfather dan sonra gerçekten filmlerden büyük paralar kazanılabilineceği anlaşıldı ve reklamlarla şişirilen, senaryo, yönetmenlik konusunda sanatsal değeri olmayan filmler mantar gibi türedi… The Godfatherdan öncede vardı tabi ki basit filmler ama çok az… Eskiden demişken yanlış anlaşılmasın sadece o dönemde olmuş ve bitmiş değil, yalnız o dönemden sonra sanat ağırlıklı filmlerin sayısı çok çok azalmış sadece bunu biraz Fransız ve İtalyan sineması yakalamaya çalışsa da onlarda pek seslerini duyuramamışlar, günümüz filmlerinde de sanatsal değeri olan, bir filmi izlediğinizde ruhunuzu güzelleştiren filmler var özellikle yeni Türk sineması gerçekten fevkalade… Reha Erden, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi isimler birkaç örnektir bunlara…



Federico Fellini de bu inanılmaz yönetmenlerden birisi… İtalyan sinemasının Kralı… Çektiği filmlerin normal dünyayla alakası olmaması bir yana, sadece rüyalarınızda göreceğiniz yaratıcılıkta sahneler, dünya üzerinde sadece sirkte veya lunaparkta eğlenebileceğiniz bir ortamı filmlerinde kullanan bir sanatçı… Fevkalade yaratıcılık, fevkalade senaryoyla birleştirerek yaptığı filmler sinema tarihinde her zaman en iyi filmler listesinde üst sırada olmuştur… 1963 de çektiği 8½ ( sekiz buçuk) da bir yönetmenin, kariyerinde fevkalade filmler çekmiş bir yönetmenin artık bir şey üretemediği, tamamen kendi içinde köreldiği ama herkesin ondan film beklemesinin hikayesini anlatıyor… Tabi Fellini bu rahat durur mu? Başrol ön planda bir adamla ciddi bir konuyu konuşurken arkada kadınlar kendi çaplarında danslar akrobasi hareketleri… Film bütünüyle bir şah eser… Zaten baş rollünde Fellinin daimi oyuncusu Marcello Mastroianni ve yine Fellinin filmlerinde eksik etmediği güzel ve çekici kadınlar arasında Claudia Cardinale olunca insan başka bir şey istemiyor doğrusu… Filmde bu yönetmenin duyguları, eksiklikleri, fazlalıkları, sıkıntıları bazen komediyle bazen dramla süslenerek bir rüyayı izliyormuşsunuz gibi anlatıyor… Aslında bütün film baş roldeki yönetmenin düşündüğü, gördüğü dünyayı kafasında nasıl canlandırdığı üstüne kurulu…


Asıl konuya gelmem gerekirse bu filmin yeni uyarlaması daha doğrusu ben ona resmen kopya çekmek diyorum Nine ( Dokuz)… Bu filmin sekiz buçuğun bir uyarlaması olduğunu ve sekiz buçuğun müzikal bir filme dönüştürülerek çekileceğini okudum… Kendi kendine ya aynısı çekcekler hiç değiştirmeden ya da sadece isimleri ve ana konuyu alıp üzerine başka bir film çekecekler diye düşünmüştüm. Çünkü bir Fellini filmini, Felliniden başka kimse çekemez, bunun hayalini bile kuramaz bence, eğer öyle yaparsa sonuç fiyasko olur ki Nine da öyle oldu… Büyük hayal kırıklığı… O kadar büyük oyuncuların bir araya gelip de böyle berbat bir filmin ortaya çıkması üzücü… Oyuncular zaten hakkını verebilmiş ama yönetmen ilk hata ve eksiklik olarak söylemek gerekirse müzikal ve normal bir filmi birleştirmeyi başaramamış. Sanki müzikal sahneler başka bir şeyi anlatıyor, devam eden normal sahneler başka bir şey anlatıyor… Genellikle Fellini’ nin tarzını yakalayabilmek için onun fevkalade yaratıcı sahnelerini, kişilerin düşüncelerini müzikal yolla anlatmak istemiş fakat Fellini’ nin başarısını yakalamanın yanından bile geçmeyip fevkalade bir müzikal film olan Chicago nun yönetmeni Rob Marshall Nine ‘ı batırmış, berbat etmiş, rezil etmiş…


Filmin ne kadar kötü yanlarından bahsetsem de güzel yanlarından da bahsetmem gerekir… Başta İtalya, Roma… Latince de şehirler, ülkeler dişil olduğundan bir şehre aşık olmam yanlış anlaşılmaz sanırım… Neyse ciddi olalım… Ve bir birinden güzel kadınlar… Marion Cotillard, Penelope Cruz, Nicole Kidman, Judi Dench, Kate Hudson, Fergie ve ne kadar yaşlanmış olsa da tekrar beyaz perdede görmekten büyük keyif aldığım, tarzına kurban olduğum, hayranlıkla beğendiğim tek kadın olan Sophia Loren… Kadınların yaşlanmasından nefret ediyorum… Ve tabi adını anmadan edemem fevkalade oyunculuğuyla Daniel Day-Lewis


Bu film sanatsal değere sahip olan bir filmin rezil edilmiş, şişirilmiş, reklam kokan, sadece oyuncuları bir araya getirip film yapılabileceğini zanneden ama yanlış zanneden birilerinin yaptığı bir uyarlama… Kötü olmasının yanında, izlenmeyecek bir film….


                                        Saygılarımla


                                        Güneş ÖNER


4/23/2010

Paris'te İki Gün

Genellikle Fransız kadınlarını severim… Çok çekicidirler, çok tarzdırlar ve modadan anlarlar… Giyinmesini gerçekten bilirler… Bakımlıdırlar… Ama bana uymayan bir yanları vardır ki genellikle hiçbir Türk erkeğine uyacağını da sanmıyorum, pek sadık değillerdir, sadık olsalar bile çok fazla rahattırlar… Hepsi değil tabi ki genellemek istemem ama çoğunluğun öyle olduğunu biliyorum… Sorabilirler bana nerden biliyorsun gittin mi Fransa ya Paris’e veya bir ilişkin oldu mu Fransız bir hatunla? Hayır bunların hiç biri olmadı tabi ki ama okuduklarım, araştırdıklarım şimdilik bu yorumu yapmaya yeter diye düşünüyorum… Filozof Friedrich Hegel vatanı Almanyadan hiç çıkmamasına rağmen, başka ülkelerden gelen veya başka ülkelere gezmek için giden arkadaşlarına geldikleri ülke hakkında, sokakları, caddeleri, o caddedeki binaların yerlerini dahi anlatarak herkesi şaşkına çevirirmiş ama soranlara oraya hiç gitmediğini bunları okuduğu kitaplardan öğrendiğini söylermiş… İşte benimkide böyle, bana göre çok okuyan daha çok bilir.. Neyse ciddi olalım…



Film ‘Paris’te İki Gün’… Bayadır izlemek istiyordum, izlemeseydim keşke… Yönetmeni güzel bir Fransız bayan Julie Delpy, genelde romantik filmler çektiğini biliyordum ki bu filme de aksiyon filmi diye başlamamıştım ama bu ne berbat bu ne gereksiz bir film… Resmen Woody Allen dan kopya çekmiş gibi ilişkiler arası analiz ve karakter talili yapmak istemiş ama kurguyu becerememesi, müzik uyumu olmaması ve repliklerin saçma sapan, anlamsız olması filmi bitirmiş… Evet filmin anlatmak istediği bazı konular hoş mesela Fransız bir kadınla Amerikalı bir erkeğin ilişkisindeki zorluklar… Maço erkek, rahat hatun durumu… Şimdi sen bunu bir şekilde veriyorsun tamam ama bunu neden güzel repliklerle sunmuyorsun… Bazen filmde kendini kaybedip konuşulanları felsefi bir konu sanıyorsun ama biraz dikkat edince anlıyorsun ki aslında o senin sıkıldığından dolayı kendi kendine felsefeye sarmandan kaynaklanıyor…


Hatun, Fransız… Eleman, Amerikalı… İki yıllık bir ilişkileri var ve Fransaya tatile geliyorlar… Kız, oğlanı ailesinin yanına tanıştırmaya geliyor ki aile tam bir Fransız aile, inanılmaz rahat, feci… Dakika bir gol bir yemek yerlerken babası kızın gönderdiği elemanın çıplak bir fotoğrafını gösteriyor… Eleman çok utanıyor tabi ama aile rahat kahkahalar, komiklik, şakalar… Eleman sürekli diken üstünde çünkü herkes rahat, kız bütün eski arkadaşlarıyla görüşüyor, onların müstehcen mesajlarını telefonunda saklıyor… Oğlanı babasının pornografik ve nü içerikli sanat sergisine götürüyor… Daha bunun gibi bir çok kaypaklık… Buradaki tek hoşuma giden demin de söyledim iki kültür arasında ki farklılıklar… Bunu ne kadar tam net veremese de yönetmen yine de üzerinde genel olarak durabilmiş…


Filmin iki tane iyi yanı var; birincisi, Paris… Bu şehri nasıl çekersen çek, istersen gizli, puslu kamerada çek, bu şehir yine romantik yine fevkalade, yine sokaktaki hatunlar muhteşem, o zaten yönetmenin başarısı değil… İkincisi ise, baş rol oyuncusu, esas oğlanı canlandıran, Adam Goldberg, adam karizma, tarz, marjinal, severim kendisini, film ne kadar berbat olsa da oyunculuğu muhteşem… Takdir ettim… Bu filmi zamanınız olsa dahi izlemeyin…


                        Saygılarımla


                        Güneş ÖNER


4/20/2010

Titanların Savaşı

Sonunda okulda gördüğümüz mitoloji dersleri bir işe yaradı diye çok mutluyum aslında ama şunu söylemem gerekir ki Clash of the Titans ( Titanların Savaşı) ‘ın konusu; karakterleri ismleri ve bu karakterlerin özellikleri dışında asırlardır yazılan, bilinen mitolojiyle pek de uyuşmuyor. Filmdeki karakterlerin tüm mitlerini bir araya getirip bir kolaj oluşturmuşlar desem daha doğru ama tabi ki belli bir zemin üzerine oturtulmuş bu kolaj… İnsanların tanrılara karşı çıkması, Zeusun insanlara kızıp onlara savaş ilan etmesi ve Hadesin, Zeusun yerine geçmek için kötü planlar yapması ve insanları kurtarmak için Zeusun oğlu Perseusun normal bir balıkçıyken insanlara yardım için ortaya çıkması genel bilinen bir konu fakat dediğim gibi yan karakterler, diyaloglar, başka yunan mitleriyle birleştirilerek sunulmuş karşımıza.. Aslında bakarsanız, filmde, ilgimi çeken mitolojik kahramanlar olmasa o kadar da ahım şahım bir film değil açıkçası… Ama izlenile bilinir bir film ve daha da önemlisi eğlenceli bir film… Şunu söyleyebilirim ki yapılan ikinci ‘Titanlar Savaşı’ ve ilkinden daha iyi olmuş çünkü efektlerle, karakterlerle ve oyuncularla daha güzel süslenmiş…



Biraz filmin konusundan bahsetmek gerekirse… Artık insanlar Tanrılara hürmet etmemektedir ve tanrıların daha güçlü olması için insanların onlara tapınmaları gerekir… Bunu daha önceden fark eden Hades, kardeşi Zeusun yanına gelir ve bunun artık böyle devam edemeyeceğini ve insanlara zulüm için kendisine izin vermesi gerektiğini yoksa güçlü olamayacaklarını söyler… Zeus da gaza gelir ve Hades e yetkiyi verir… Tabi Hadesin arkasından kuyusunu kazdığının farkında olmadan…


Hadesin düşüncesi ise insanlara zulüm ederse eğer insanlar korkularını açığa vuracak ve Hades de kardeşi Zeusun tersine korkuyla ve ölümle güçlendiği için daha güçlenerek Zeusu tahttan düşürecek…


Ama tabi bir kahraman olmadan film olmaz… Hades, Argos’a saldırdığında orada tesadüfen bulunan Perseus un babası, annesi ve kardeşi de Hades in gazabına uğrar ve yaşamlarını yitirirler. Tabi Perseus intikam yemini eder ve Hades in ölmesini ister ama Argos halkına yardım etmeyi ve Hades in tanrılar için kurban edilmesini istediği Argos kralının kızı Andromeda yı kurtarmayı reddetse de ki eğer kurban edilmezde Hades in Kraken i serbest bırakacağını ( Kraken aslında bir yunan mitolojisi yaratığı değil, İskandinav mitolojisinde bulunan bir yaratıktır. Mitolojiye göre devasa bir ahtapot olan Kraken kimseden korkmaz ve kolay kolay kimse tarafından öldürülemez), kendisinin yarı tanrı ve Zeusun oğlu olduğunu öğrenir ve kurtuluşun kendinde olduğunun farkına vararak insanlara yardım etmek için yola koyulur… Yolda babalık iç güdüsüyle Zeus, Perseusa yardım eli uzatır ama Perseus bunu kabul etmez ama sonraları savaştığı yaratıklar dünyada pek rastlanan yaratıklar olmadığından bu yardımları kabul eder… Zeus un, io nun, Draco nun, Şeyh Süleymanın, Solon ve Eusebios un yardımıyla Krakeni öldürmenin tek çaresi olan Medusanın başını almak için yola koyulurla ve hikaye tabi ki Krakeni öldürmeye kadar gider… Tahmin edilebilir, sıradan, cesaretlendirici, arada gaz veren bir film….


Filmde o kadar deniz olduğu halde en sevdiğim mitolojik tanrı olan Posedion un sahnesinin olmaması beni üzdü… Styx nehrindeki kayıkçı, tanrıların yaşadığı yer Olympos dağı, medusa, özellikle Kraken gerçekten çok güzel canlandırılmış, tabi tanrıların kıyafetleri, karizmaları da cabası…


Bu aralar sinema sektörü yunan mitolojisine kafayı takmış durumda, azımsanamayacak sayıda filmler yapıldı aldığım haberlere göre daha da gelecekmiş… Tabi senaryo sıkıntısı var, yaratıcılık bitti artık tarih öncesinin kaynaklarına saldırıyorlar… Her zaman derim bizim devrimiz hiçbir şey üretmiyor sadece eskiden üretilenleri yorumluyor… Kısır çağındayız, ne kadar teknoloji çağı deseler de aldanmayın… Var mı yeni Sokratesler, Euripidesler, Einstainler, yeni Shakespeareler, yeni Hitchcocklar… Yok, umarım kısa zamanda yeni dahi bilim adamları, dahi sanatçılar, dahi yazarlar ortaya çıkar yoksa sonumuz uyarlama filmlere, yazılara, eserlere kalacak…
                              Saygılarımla
                              Güneş ÖNER


4/19/2010

Aşk Dersi

Bence oscarı Aşk Dersi (An Education), çarpık çurpuk amerikan propagandası The Hurt Locker’ dan daha çok hak eden bir film… Bu film almalıydı demiyorum ama madem adaylar kategorisindeydi ve benim The Hurt Locker’a verilen Oscar a olan kızgınlığım hala sürüyorken bunu söyleme ihtiyacı duyuyorum ve her seferinde de söyleyeceğim… Tamam belki Aşk Dersi biraz Oxford Üniversitesine giden yolda yaşanan zorluklar, çelişkiler ve bu üniversitenin reklamı gibi görünebilir ama asıl konuyu düşününce ve filmi geniş bir perspektifle izleyince o teziniz bence çürüyor… Güzel bir İngiliz filmi olması yanı sıra; güzel oyunculuklar, iyi müzikler, hoş kıyafetlerle süslü…



Bir kızcağız var baş rolde ve bu kız çok şeker, çok şirin, akıllı, uslu ve ne kadar babasının zoruyla olsa da Oxford a gitme ümidiyle derslerine sıkı sıkıya çalışıyor.. Bir gün karşısına tam bir ‘son of a bitch’ ( küfürleri İngilizce yazmak kelimeyi daha masum gösteriyor) çıkıyor, adam kızdan yaşça büyük.. Kız tabi ki adamın karizmasına, pahalı araba ve kıyafetlerine kapılarak neredeyse tüm hayatını mahvedecek bir kararın adımını atarak bu adamla sevgili oluyor… Adamı, kızın ailesi çok seviyor çünkü adam gerçekten terbiyeli, konuşmasını, oturup, kalkmasını bilen biri ve tabi ki bu onlara ve kıza gösterdiği yüzü... Bir gün adam kıza evlenme teklif ediyor ve olaylar ondan sonra patlak veriyor ki bu bahsettiğim kısım filmin sonlarına doğru…


Film oyunculuklarıyla gerçekten başarılı ki zaten en iyi oyuncu dalında adaylıkları var zaten demin söylediğim üzere en iyi film adaylığı da var geçen senenin oscarından… Bu adaylıkları ve aldığı ödülleri fazlasıyla hak eden bir dram.. Gençlerin, bir şeyler yapmadan önce büyüklere, hayatı bilen birilerine danışması gerektiğini anlatan, özellikle genç kızların bir öküze tapmadan önce iyi düşünmeleri gerektiğini anlatan bir film… Filmde İngiltere ve Paris in olması, biraz aşk, biraz nefret, biraz dram, biraz komedi, biraz felsefe ve biraz Edith Piaf olması çok hoşuma gitti ve hiç sıkılmadan izledim.. Zamanınız varsa tavsiye ederim…


                Saygılarımla


               Güneş ÖNER


4/18/2010

Kan Dökülecek

Paraya, sıfırdan başlayıp çok çabuk sahip olabilme, bu parayı kazanırken başkalarının zarar görmesi, ezilmesi, yok olması… İşte bu Amerikan Rüyası ve onun yan etkilerinin ana başlığıdır… Çoğu filmde görürüz bunu en bilinenleri arasında Scarface( Yaralı Yüz), Lord of War ( Savaş Tanrısı) gibi filmler var ki bunlar hep biraz daha illegal bir örgütlenmeyle zengin olmayı anlatıyordu ama ‘There will be blood’ ( Kan Dökülecek) gayet legal bir yapıyla, doğuştan iş adamı, bir Rönesans adamı -yeniliklere ve gelişmelere açık biri desek daha doğru olur tabi ki- tarafından zenginliğe giden yolda bir petrolcünün hikayesini anlatıyor… Film hakkında şahsi düşüncemi söylemem gerekirse gayet ilgi çekici ve tarzı olan bir film, gerek oyuncular, gerek senaryo, gerek ambiyans sıradan olmayarak filme artı puan kazandırıyor.. Daniel Day-Lewis in oyunculuğu takdiri hak edecek düzeyde ki zaten sürpriz olmayan, 2007 Oscar en iyi erkek oyuncu ödülünü bu filmden almıştı… Filmde bahsettiğim üzere Amerikan Rüyasının en uç, en keskin yerinden bahsediyor ki baş roldeki adam (Day- Lewis) bu rüya için doğmuş ve bu rüyayı gerçekleştirmek için yaşıyor gibi bir his var… Adam zengin olsun, en iyi olsun da gerisi önemli değil gibi bir eksisi var filmin… Filmin en sevdiğim yanlarından biri de gereksiz repliklerin olmaması, ilk on beş dakikada dahi tek bir replik yok ki daha önceki yazılarımda da bahsettiğim üzere bir sinema filminde ilk on beş dakika çok önemlidir. Bu durum bence diğer bütün filmlere kafa tutuyor ve dönemin en iyi filmlerinden biri olduğunu zaten zamanında kanıtlamış... Filmin bir tarzı var dedim ya sürekli sosyal konulara değinerek devam ediyor.. Para ve din arasında ki kavga, iç içe geçememeleri ve aslında zamanımız koşullarında birbirinden ayrı kalamadıkları filmde fazlasıyla vurgulanmış…



Film 1800 sonları ve 1900 başlarında geçiyor… Daniel Plainwiev( Day- Lewis) madenci ve ileriyi, geleceğin petrole endeksleneceğini önceden görerek yana yana petrol arıyor,buluyor ve yavaş yavaş büyüyor tabi büyürken işlerinde yanında çalışan adamları güvenliksiz çalıştırdırdığından bazı kazalar sonucu kaybediyor… Bir kaza sonucu kaybettiği adamının yetim kalan oğlunu mecburen evlatlık alıyor ve aileye çok önem verdiğinden ki yanında çalışanları dahi ailesi olarak tanıtan Plainwiev evlat edindiği çocuğunu yaşı küçük olmasına rağmen hem oğlu hem de ortağı olarak tanıtıyor… Burada gerçekten geniş düşünen bir adam olduğunu anlıyoruz, kime ne iş vereceğini iyi biliyor bu adam, işçilerine nasıl yaklaşması gerektiğini biliyor ve bundan dolayı da işçilerin performansını arttırarak daha fazla kazanıyor… Bir gün ofisine Paul Sunday adında bir genç adam geliyor ve bu adam arazisindeki çatlaklardan petrol sızdığını ve bunun yerini söylemek için kendisine 500 dolar vermesini söylüyor tabi ki Plainwiev risk adamı hemen parayı veriyor yeri öğreniyor ve çocuğun gösterdiği araziye doğru yola çıkıyor… Oraya vardığında Paul Sunday den bahsetmeden evine gidiyor ve babasına kendisine araziyi satmasını söylüyor ama Paul’un diğer kardeşi kilisede vaiz olan Eli petrolden haberi olduğunu arazıyı satacaklarını ve eğer petrol çıkarsa kilisesine yüklü miktarda bağış yapmasını istiyor. Plainwiev bunu kabul ediyor çünkü eğer düşündüğü gibi petrolü bulursa inanılmaz derecede zengin olacağını biliyor… Sondaj makinesını kuruyor ve işe başlanıyor, daha ilk güden kazada biri ölüyor ama Plainwiev durmuyor sadece yarım gün paydos ediyor ve sonra tekrar devam ettiriyor, birkaç gün sonra sondajın üst tarafında makineyi izleyen oğlu o an fışkıran petrolden önceki gazın etkisiyle yere düşüyor o anda Plainwiev oğlunu almaya koşuyor (oğlu bu kazada duyma yetisini kaybediyor) ama bir yandan da inanılmaz derecede fışkıran petrolü kontrol etmeleri için adamlarına direktifler veriyor… Petrolü buluyor ve gün geçtikçe daha da zenginleşiyor ve gün geçtikçe daha da sapkınlaşıyor, daha aykırı oluyor, daha kendini beğenmiş oluyor… Para hırsı onu bitiriyor… Maddi olarak her şeye sahip olmasına rağmen filmin sonunda sevgiye ve şefkate sahip olmadan yaşamaya devam ediyor… Kanı gözünüzle göremiyorsunuz ama kan gerçekten dökülüyor….


Film aslında oyuncuları sayesinde kendini kurtarabilen bir film, ne kadar senaryo ve çekimler kaliteli olsa da yine de filmdeki ağırlık, anlamsız melankoli gözden kaçmıyor değil… Ama film izlenir, üzerinde konuşulunur ve dahası insanların duygusal derinliklerine eriştiğinden bir çok olumlu eleştiri alabilir… Türünün en iyisi değil, sadece türünde bir örnek…
                                                Saygılarımla
                                                Güneş ÖNER

4/09/2010

Zindan Adası

Scorsese her filminde ama istisnasız her filminde, hangi tarzda olursa olsun, beni koltuğuma çiviler. Film bitmeden kalkamam… Sinemaya gittiğimde keşke ara vermeseler de film aynen devam etse derim… Tek tek filmlerinin ismini vermeme gerek bile yok ki zamanı gelince hepsinin üzerinde ayrıntılı olarak duracağım zaten… Bu yazımda son filmi Zindan Adası ‘ndan (Shutter Island) bahsetmek istiyorum…



Scorsese Zindan Adası’nda yine coşturdu beni… İnanılmaz bir film, gözünüzü bir saniye bile sahneden alamayacağınız bir psikolojik gerilim filmi… Film o kadar iyiydi ki ön çaprazımdaki koltukta oturan hatuna bile bakamadım.. Neyse ciddi olalım…


Ben her zaman söylerim bir film izlene bilinir bir film ise - dikkatinizi çekerim iyi veya kötü film demiyorum çünkü bir filme iyi veya kötü diyebilmemiz için o filmin nasıl yönetildiğine, oyuncularına, senaryosuna, kurgusuna, müziğine ve hatta filmde kullanılan kostümlere dahi bakmamız gerekir- bunu filmin ilk on beş dakikasında anlayabilirsiniz… Ben bu filmin ilk on beş dakikasındaki izlene bilirliği arttırabilecek altı neden buldum… Birincisi, Leonardo DiCaprio… Aslına bakarsanız DiCaprio bana tamamıyla itici gelen bir oyuncudur, sevmem ama Sezarın hakkı Sezara demişler, adam fevkalade oynuyor ki bu filmde fark ettim ki yeteneğine yetenek katmış… İkincisi, ilk sahnelerde yanından geçilen bir mezarlığın tabelasında ‘ Bizimde yaşadığımızı, sevdiğimizi ve güldüğümüzü unutmayınız’ yazısı… insanın tüyleri diken diken oluyor doğrusu… Üç, yine ilk sahneleri birinde yaşlı bir teyze ve bu teyzenin saçlar dökülmüş, dişler perişan ve başrol oyuncusu Teddy Daniels ( DiCaprio) ‘a hemşirelerin yaptığı gibi sus işareti yaparak gülümsemesi… Anlıyorsunuz ki gelecek sahnelerde gerecek sizi bu teyze… Dört, Sir Ben Kingsley, inanılmaz her zaman ki gibi fevkalade… Beş, baş rolün hatırladığı ölü insan yığınları, bunların bide kar yağarken soğuktan donmuş halleri filme ayrı bir gizem katıyor doğrusu… Altı, garip ama çok garip bir firar vakası….


İşte sırf bu saydıklarımdan, filmin sadece 15 dakikasından dahi kaç tane film çıkar ama film olur mu tartışılır gerçi bu dönemde o basit filmlerden çok var ama neyse konuya dönelim. Filmde biri kayıp ve bu kayıp kişi akli dengesini yitirmiş üç küçük çocuğunu boğmuş bir kadın… Olay yeri bir ada, bu ada ve kadının firar ettiği hapishane ki aynı zamanda hastane inanılmaz derecede iyi korunuyor… Bu olayı araştırması için Dedektif Daniels görevlendiriliyor, adaya geliyor ve olaylar tabi ki bir birine karışıyor kimin deli kimin akıllı olduğu, kimin kim olduğu, kimin iyi kimin kötü olduğu birbirine giriyor yani anlayacağınız at izi it izine karışıyor.. Film de öyle bir noktaya geliyorsunuz ki ‘ ulan acaba ben de mi deliyim? ‘ falan oluyorsunuz… Neyse saptırmayalım konuyu… Açıkçası filmin konusundan pek bahsetmek istemiyorum çünkü burada yazacağım her şey filmi izlediğinizde olayı çözmek için delil olarak kullanılabilirsiniz… Tek ve son kelimemi yazmak istiyorum ki bu film son on yıl içinde yapılmış en iyi psikolojik gerilim filmlerden biri…


Saygılarımla


Güneş Öner