11/27/2009

KAN, SEKSİ HATUNLAR VE SİLAH



Twilight’ı (Alacakaranlık) ilk izlediğimde şaşırmıştım, nasıl olur da böyle bir konuyu bu şekilde anlatırlar… Gerçekten farklıydı, alışagelmiş vampir filmlerinden çok farklıydı ki tek bir diş bile görmemiştim filmde. Evet gayet bir gençlik daha doğrusu ergenlik çağına girmiş çocukların filmi gibi ama bir şey var filmde, bir felsefesi var… Tamam adam bir aşk filmi yapmış ama altında yatan ne diye düşündüm ve gerçekten bir edebiyat eserinin güzelliği olduğunu buldum filmde. Bir Shakspeare  eseri gibi etkileyiciydi film, nasıl olurda aşk bu kadar zorlaşır, bu kadar haşin bu kadar ulaşılmaz olur, bunu ben Shakspeare’in Hamlette’inde, Macbethde’inde ve fevkalade olan diğer oyunlarında gördüm… Shakspeare kadar iyi demiyorum, bunu karşılaştırmak gibi bir durumda yok ortada, zaten  yapamam çünkü Shakspeare bir yana diğer tüm eserler bir yana ama gerçekten twilightdan etkilendim. Ayrıntılar ve farklılıklarda gizli bir film. Geçtiğimiz  asır boyunca süre gelmiş vampir filmleri çok farklıydı, kan, seksi kızlar, silahlar, gümüş kurşunlar falan filan ama bunda inanın vampir filmi olduğunu söylemeseler kimse bilmeyecek. Mesala zamanında büyük üstat Coppola Dracula yı çekmiştir ve bir vampir filmi nasıl yapılır göstermiştir. Tarantinonun senaryosunu yazdığı  film(From Dusk Till Down) ki Tarantino kanı sinemada en güzel kullanan kişidir zaten, Salma Hayek in ayağından içki içtiğini hala unutamam… Neyse ciddi olalım… ve büyük kurtarıcı Blade, aksiyon yüklü bir film, karizma bir adam yarı insan yari vampir bir karakter, tabi ki böle bir adam kötü olabilir mi? Olsa olsa süper kahraman olur ki Blade de öyle… Daha bir çok örnek var ama bunlardan sıyrılan bir başka film var ki salt korku yoluna giden, o da 30 gün gece ( 30 days of night), gerçekten vampir geriliminde son nokta diye düşünüyorum… O yakın çekimler, geren müzik, çok hoştu doğrusu. Ama bunların yanında twiligt o kadar farklı ki – ben bunu bir edebi eser yani bir kitaptan uyarlama olmasına bağlıyorum- diğerlerinden tamamen sıyrılıyor….

        İlk film kurgu olarak güzeldi yönetmen koltuğunda Catherine Hardwicke, oyuncu kadrosunda ise Kristen Steward, Robert Pattinson ve daha bir çok geleceği parlak, gayet rollerine yakılaşan  genç oyuncular mevcut. İlk filmde genel bir bilgi verdiğini düşünüyorum karakterlerle ilgili ve bunu da net olarak yansıtmıştır oyuncular. İlk filmin başarısı bir yana ikinci filmde aynı tadı alamadım doğrusu. İlk önce yönetmenin bazı sahneleri kopuk kopuk çekmesi filmi izlerken keyfimi o kadar çok kaçırdı ki filmin yarısından çıkmak istedim çünkü bu hangi sahneydi, önceki olanın bunla ne alakası var falan diyorsunuz kendi kendinize. Ama tabi ki konu demin de bahsettiğim gibi güzel, bu da bir edebiyat eseri olmasından kaynaklanıyor. Efektler çok güzel ikinci filmde ve söylemeden edemeyeceğim ilk filmde de aşık olduğum Ashly Green ın oynadığı Alice karakteri yine baş roller kadar etkileyici…. Bu filmde biraz daha mekan değişikliğine gidilmiş ama o mekan değişikliği çabuk, alelacele yapılmış ve bu keyif kaçırıyor doğrusu keşke bu kadar sükse yapan, dünyada bu kadar izlenme rekorları kıran film, işinde daha ehil olan bir yönetmene çektirilseydi… Umarım üçüncü film ki ikincinin sonunda üçün geleceğine dair bir izlenim vardı, daha doğru kişiler tarafından yapılırda bu kadar güzel ve sıradan olamayan bir konu heba olmamış olur…

Güneş ÖNER

FARKLI TOPRAKLARDA Kİ BENZERLİKLER...



Yüksek tondaki sesler, yemeğe olan düşkünlük, Akdeniz insanındaki sıcakkanlılık, yanık tenler, asabiyet, geleneklere olan bağlılık… Evet, bizimle bu gibi değerlerde büyük ölçüde çok benzerlik gösteren bir başka Akdeniz halkı olan İtalyanlardan bahsediyorum. Çok büyük tarihi olan iki medeniyetin geçmişte birbirlerine benzerlikleri ne ölçüdeydi pek bilmiyorum ama bugün İtalyanlar ve Türkler bana göre birbirlerine oldukça benzeyen iki halk. Oldukça benzeyen diyorum çünkü aramızda hem kültürel, hem dinsel açıdan çok büyük farklılıklar mevcut. 
Öncelikle dış görünüşü ele alalım. İki ülkenin erkekleri birbiriyle çoğu konuda benzerlik gösteriyor. Mesela iki tarafta da bıyıklı, bağırarak konuşan, gömleğinin yakası açık, saçları taranmış olmasına rağmen yinede yanında tarak taşıyan, maço ve asabi erkekler görmek pek tabii. İstanbul da, Ankara da, İzmir de olduğu gibi kunduranın topuğuna basmış, gömlek düğmelerinin yarısı açık, altın bileklik ve kolyesi olan, yengeç yürüyüşü yapan abileri Roma’da Napoli’de Milan’da görmek düşüncesi sizi pek şaşırtmasın. Avrupa da gördüğüm diğer yerlerde pek de sık rastlamadığım, bazı zamanlar ülkemdeki hallerine hasret kaldığım durumları İtalya’da tekrar gördüm. Mesela bunların en can alıcısı “Göz Teması”. Evet, göz teması nasıl ülkemizde anlamının biraz daha dışında kullanılıp tepeden tırnağa süzmek anlamına geliyorsa, İtalyanlarda da bu aynı anlamda kullanılıyor. Gördüğü yanık tenli, siyah saçlı, ela gözlü hatundan hoşlanan İtalyan erkeği, diğer Avrupalı erkeklere nazaran hissiyatını direk o hatunu gözleriyle keserek belli ediyor, adeta Akdeniz’in yakıcı sıcağıyla beraber onu bakışlarıyla eritiyor. Hiç yabancı ve komik gelmesin size, aksine bir aşinalık olmalı çünkü bizdeki çoğu Türk erkeğinin alışkanlığıdır bu tavır. Bu bakışların birde destekçisi olmalıdır ki bu laf atmaktır. Aynen bizim gibi kavgacı, gür ve yüksek sesli, işine gelmedi mi hemen bağıran çağıran tipler çoğu. Trafik desen al birini vur ötekine. Bizden hiç farkları yok, üstelik anakentleri karşılaştırdığımızda bizimkilerden daha kötü yerleri de var. Araçlara kırmızı ışık yanarken, avlanmaktan kaçan ceylan gibi sağa sola bakarak, karşıya geçmek için asfalta atlamak yetmiyor üstüne karşı kaldırıma geçene kadar hayati tehlike de sürüyor. Yemek içme kültürüne gelince çok benziyor demek pek doğru olmaz ama hem biz hem de onlar hamur işine, et bazlı yemeklere, sucuk, salama pek meraklıyız. Nasıl bizde pidenin envai çeşidi varsa onlarda da pizza aynı şekilde. Hamur işi yiyecekler pek çeşitli yani. Ancak dediğim gibi farklılıklarda çok. Bir kere makarna onlarda öğrenci yemeği değil tam aksine bir ana yemek olarak tüketiliyor. Öyle spagetti üstüne sarımsaklı yoğurt gezdirmekte yok, bunun yerine alternatif olarak bir sürü sosları var. Ricotta, mozzarella, parmesan, mascarpone en çok kullandıkları ve dünyaca meşhur peynirleri. Hoş bizim ülkemizde de birçok lezzetli peynir çeşidi var ama ne yazık ki biz İtalyanlar gibi yüksek ego sahibi bir ülke değiliz ve her nedense(!) ürünlerimiz bir türlü dünya da markalaşamamış. Bizim halis muhlis beyaz peynirimizin adı feta olmuş. Keşke bizlerde sadece İtalyanlar gibi değil de diğer Avrupa ülkeleri gibi sosyal ve kültürel değerlerimize sahip çıksak, şekillerini değiştirtip diğer ülkelere kaptırtmasak. Velhasıl benzerlikler pek çok, anlatmakla bitmez herhalde. Avrupa da balkonlara çamaşır asan ender ülkelerden biri İtalya. Turist gördüklerinde kazıklamaya çalışan, her durumdan vazife çıkaran, kabaca olmuyorsa güzellikle hallederiz anlayışı benimsenmiş bir ülke. Tabi ki bütün nüfus aynı değil nasıl ülkemizde kültür bakımından, insanlık bakımından nasibini almış kıymetli vatandaşlarımız varsa onlarda da aynı şekilde. Bir elin beş parmağı aynı değildir derler ya aynen öyle işte. Sonuç olarak ne kadar benzerliğimiz olsa da çoğu konuda aydınlanmayı bizden çok seneler önce yakalamış olan bir ülke İtalya. Tarihi eserlerine sahip çıkan, Dünya pazarında kendisini her konuda var eden, kültürel değerlerini görsel ve yazılı sanatlarla, sporla, politikayla her gün yineleyen, ülkesinde ki çalkantılara, bozuk düzene rağmen dünyaya ders veren(!), dünyanın önde gelen ülkelerinden kabul edilmekte İtalya. Ben bir sosyolog değilim bu arada sadece gördüklerimi duyduklarımı ve düşündüklerimi yazıyorum. Umarım tarihiyle, medeniyetiyle, her türlü zenginliğiyle ve en önemlisi geleceğiyle güzel ülkemde her şeye rağmen ilerde hak ettiği yere gelir…

Serdar ÖZNEL

SEN



Sen kelimesini her ‘sen’in için kullanışımda bir hoş oluyor, anlamsız sulanıveriyor gözlerim. Aşina kokun sarmıyor odamı belki ama zihnim sayfalarda ki kelimelerimde seni çiziyor. Avuçlarım ‘sen’i bana hatırlatan her şarkıda yüzümü kapıyor utanırcasına üzgünüm demekten. Ah o yatışın var ya yanı başımda, bir ilkbahar gecesi kadar ılıktı tenin,beni arzulayan bir ‘sen’ yatıyordu hala uzanamadığım o yatağımda ..
Şimdi bilmem uzanır mısın başka kollara,yine şarap mı içersin başka kadehlerle tokuşturulan,unutamazsın bilirim ben seni ..
Kimseler tanıyamayacak seni benim kadar. En saf hallerini bilirim ben senin. Hiçbir zaman o gençliğinde olamayacaksın unutma. Hatta hiçbir zaman kokmayacak bağrın elma ağacı gibi. Bir tek ben bilirim o geceleri, bir tek ben.


Arda ERDEM




11/25/2009

TİK TAK TİK TAK...



Tik tak tik tak tik tak tik tak...
Genelde çelikten yapılmış kadranın içerisindeki dişlilerin dünyasından gelir bu ses. Akrep ve yelkovan sizi beklemeksizin devam eder işine. Saniyeler durmadan ilerler, siz uyuduğunuzda bile. Hayatını düzene sokmak için zaman kavramını yaratmış olan insanoğlu peşinden de saati icat etmiştir ki kendi kavramına ayak uydurabilsin. Taa Mısırlılara kadar uzanan saatin tarihinin biraz ortalarından başlayacağım yazmaya. Eskiden kol saatlerinden önce cep saatleri varmış ama bunlar pek kullanışlı değillermiş her ne kadar bana göre hala çok şık olsalar da. İnsanlar bu saatlere pek güvenemiyorlarmış haliyle çünkü içindeki mekanik sistemi pek sağlıklı değilmiş üstelik bunları günde en az iki kerede kurmak gerekiyormuş. Ancak yıllar içerisinde saatlerde gelişen teknolojiden nasibini almış. O zamanlar genelde yuvarlak olan kadran içerisine spiral denge oluşturan bir sistem oturtulmuş. Bu sistemden sonra saatler eskiye göre daha güvenilir, daha sağlam ve en önemlisi daha istikrarlılardır. Akabinde benim bahsetmek istediğim konu şimdiye kadar anlattıklarımdan biraz daha farklı olacak. Bunları anlattım çünkü eskiden saat sahibi olmak önemli bir hususmuş ancak günümüzdeki gibi önemli ve prestij sembolümüydü onun hakkında pek bir şey bilmiyorum. Bu sebeple bugün ki yazımın geri kalanında bu konuyu ele alacağım.
Rolex, Breguet, Patek Philippe, Audemars Piguet, Vacheron Constantin ve Cartier gibi daha nice lüks kol saati markaları var günümüzde. Bunlar çoğunuzun tahmin ettiğinden çok daha pahalı. Yalnız tek önemi pahası değil aynı zamanda sahipleri ve hizmet ettiği gösterişi.
Çoğu şeyin sembollerle ve simgelerle çaktırmadan anlatıldığı dünyamızda, aslında yalnızca zamanı göstermesi için üretilmiş olan kol saatleri de bu kavramın vazgeçilmez bir parçası artık. Gerçi 30.000 $ değerindeki bir saat ne kadar çaktırmadan göze çarpar orasını siz düşünün. Artık saat insanların zenginliğini bir o kadar da zevklerini ve hayata bakışlarını simgeleyen prestij unsuru bir aksesuar. Bu değerli, bir o kadar da merak konusu olan prestijin sahiplerini örneklemeye ülkeleri yöneten en tepedeki isimlerden başlayacağım. Mesela sansasyonlarıyla ünlü İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi. Dünyadaki politik liderler arasından bilinen en pahalı saat onda. Constantin Vacheron takan Sinyor Berlusconi, bu nadiden parça için tam 540.000 $ ödemiş. Berlusconi’nin aksine eski ABD Başkanı G.Bush ise 50 $ değerindeki Timex’i kullanıyor. Rusya Başbakanı V.Putin ise 60.000 $ değerindeki Patek Philippe saatini sağ kolundan eksik etmiyormuş. Liderler arasında ki en meşhur markada İsviçre yapımı olan Patek Philippe. Patek Philippe 2004’e kadar el yapımı ve sınırlı sayıdaydı. Ancak 2004’den sonra marka bünyesine yeni üstatlar katarak bu geleneğini biraz erteledi. Artık sadece sınırlı sayıda üretim yapmıyorlar. Bu arada liderlerden bahsetmişken aklıma geldi. Son dönemdeki Osmanlı padişahları da saatlere pek meraklıymışlar. Zaten hazinelerimizde de bildiğim kadarıyla fazlasıyla kol saati mevcut. 3.Selim’in kullandığı Breguet buna örnek olabilir. Breguet sadece 3.Selim değil İsmail paşa ve Ali Said paşa gibi önemli şahıslar tarafından da kullanılmıştır. Kısacası saat lükse dönüştüğü yıllardan beri bir prestij sembolüdür. Günümüz popülaritesinde saat artık çok çeşitli şekillerde süsleniyor. En bariz örnekleri ise ihtişam ve gösteriş tutkunu olan ve tercih ettikleri modelleri en iyi taşıyan Rapçiler sergiliyor. Genelde sahip oldukları bu pahalı markaları kendi tercihlerine göre pırlantalar, elmaslar, zümrütler gibi değerli taşlarla süslüyorlar. Son olarak gelelim benim favorime. Benim bu markalar arasından bir seçim hakkım olsa tercihim diğer markalara nazaran hemen hemen herkes tarafından bilinen Rolex olurdu.    Klasik görüntüsü olan Rolex modelleri tüm ihtişamını sadeliğiyle ve sadeliğinde gizlediği prestijiyle anlatıyor. Babadan oğla en çok devredilen, bir erkek zor durumda kaldığında her zaman elinden çıkarabileceği (çok üzücü bir durumdur), sahibinin karizmasını en iyi anlatan saattir Rolex. Ortalama olarak 4.000 $ dan başlayan fiyatlarıyla diğer markalara göre daha makul ve en az onlar kadar kalitelidir. Bu arada saatlerde aynen şarap gibidir. Yıllandıkça değerleri artar. Üzerindeki narin çizikler de saatin ne kadar kaliteli ve dayanıklı olduğunun göstergesidir. Yıllar önce 2 milyon $’a koleksiyonerler tarafından alınmış kol saatleri vardır. Yani bu prestije sahip olmanızı gerektiren bir konumunuz varsa 4bin $ gibi rakamlar size amiyane tabirle çerez gibi gelir. Efendim son olarak da bu yazının sahibi ben, kendi çapımda hallice bir kol saatine sahibim. Umarım ilerde bir Rolex’le değiştirme şerefine erişebilirim…
 
Serdar ÖZNEL 

KÜLTÜR AÇILIMI





                      Prof. Dr. İlber Ortaylı ‘Avrupa ve Biz’ kitabında ‘… Bugün, Avrupa Birliği denen iktisadi ve siyasi oluşumun kültürel boyutu çok az tartışılmaktadır…’ Bence İlber hoca çok doğru yazmış. Avrupa birliğine gireceğiz ama  kimse kültürel boyutunu konuşmuyor bu işin, hiç kimse bunun ne gibi bir kültür birikimi sağlayacağını, insanlara ne gibi faydalar getireceğinden bahsetmiyor. Bütün herkes siyasi, politik bir dalganın içinde çırpınıp duruyor. Devletimiz kültürel, eğitsel etkinliklerden tamamen uzak zaten, ne bir tiyatroya destek, ne bir operaya destek, filmlere kültür bakanlığı tarafından verilen destekler sınırlı, o desteği de istediklerine veriyorlar. İddia ediyorum eğer sinemaya devlet yeterince desteği verirse çok başarılı filmler ortaya çıkabilir… Ne yazık ki çok küçük bütçeli filmler yapıldığından fevkalade senaryolar heba olup gidiyor. Operaya destek verilmiyor dedim, daha doğru düzgün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak opera binamız yok. Beğenmediğimiz Mısırın dahi o kadar ihtişamlı bir opera binası var ki anlatmayla olmaz görmeniz gerek. Zaten Avrupa ülkelerininkilerden bahsetmek bile istemiyorum moralim bozuluyor.
                       2010 kültür başkenti olacak İstanbul ama doğru düzgün gösterilere daha ev sahibi olamadık, neden… Çünkü devlet ilgilenmiyor. Olan konserler zaten zorla organize ediliyor, özel şirketlerin desteğiyle, reklamı yapılmıyor, geldiklerini gittikten sonra öğreniyoruz. Basının bahsettiği yok zaten, onlar magazine boğulmuş durumdalar, çok mühim ya bilmem kimin doğan çocuğunu görmek veya bilmem kimin kaçıncı sevgilisi olduğunu hesaplamak…
                      Gençlerin, genç sevgililerin özellikle en çok gittiği kültürel etkinlik sinemadır sanırım. Ama neredeyse bütün sinemalara özel şirketler sahip, madem RÜTÜK diyorsun o kadar karışıyorsun, kendin aç sinemayı, kontrol et, kendi döner sermayeni oluştur ama devlet ne yapıyor kolaya kaçıyor, bir sürü özel sinema mantar gibi türüyor, sonra ne oluyor, bilet fiyatları tavan yapıyor, o zaman tabi izlenmez filmler, tabi seyircisi az olur filmlerin. Öğrenci adam nasıl versin o kadar para, hele kız arkadaşıyla gidiyorsa yandı zaten… Biz boşuna mı vergi veriyoruz arkadaş, bana sadece elektrik, yol, su sağla diye vermiyoruz. Düzgün bir eğitim ortamı, düzgün bir kültür ortamı oluşturman için de o vergileri veriyoruz…
                      Geçen gün Hıncal Uluç üstadımız bahsetti, sunduğu bir TV programında… Bir tiyatro oyunu, çok ünlü bir oyuncunun oyunu kapalı gişe oynuyor ama bütün sezon. Hıncal Bey bunun imkânsız olduğunu söyledi, gerçektende öyle çünkü bunu kendiside belirtti mademki kapalı gişe oynuyor bütün sezon neden kimsenin haberi yok, neden kimse bilmiyor öyle bir oyunu. Çünkü  denetimsizlik… Bir özel şirket kapatıyor sezonu, keyfine göre dağıtıyor biletleri, bu yanlış… Devlet bunları kontrol etmeli biletlerin üzerinde isimler yazmalı, tekelleştirilmemeli, bence bu şekilde kimsenin hakkı yenmemiş olunur.
                       Madem bu kadar bahsettim, bir kültür katliamından da bahsetmek isterim. Yer Topkapı Sarayının Aya Sofya’ya çıkan kapısı önündeki 3. Ahmet çeşmesi… Son yıllarda ne zaman gitsem içim hep cız eder, o güzelim işlemeli, desenli, fevkalade çeşmenin önü otopark, hem de devletin otoparkı… Arkadaş başka yer mi kalmadı para kazanacak, bari tarihi eserleri rahat bırakın… Ben hayatım boyunca hiç politikayla, siyasetle ilgilenmedim, bundan sonrada ilgilenmem çünkü ilgimi çekmez ama tabi ki gündemi takip ederim. Bir açılım furyasıdır gidiyor. Bizde kültür açılımı istiyoruz arkadaş, oturulsun, konuşulsun, tartışılsın… Çünkü kültür olmayan yerde verimlilik olmaz, kimse demesin ki gereksiz konular bunlar… Çok gerekli... Bir sergiyi gezmek, bir filme gitmek, bir orkestrayı dinlemek insanın hayata bakışı için çok önemli…
                                                                                                                                 GÜNEŞ ÖNER


11/20/2009

FUTBOL



Biz erkekler.. Olmazsa olmazlarımız nelerdir? Seks başta gelir gibi duydum böğüren seslerinizde, evet böğüren ses tellerinizden birer holigan birer fanatik olduğunuzu anladım çünkü kendimi sizlerle
aynı statta tutkulu bir derbiyi izlerken görebiliyorum, hepimizin yüzünde kızıl derili misali renkli boyalar, ellerimizde Rusya soğuğu biralar
ağzımızda saçma sapan normalde höngürdemeyeceğimiz tezahürat niceliğinde marşlar.. Çünkü biz erkeğiz. Biz bundan haz alan farklı cinsiz.
Kimin hangi taraf olduğu konusuna girmeyeceğim ya da kimseye takımım hakkında kopya vermeyeceğim çünkü odaklanmak istediğim konu takım rengi kesinlikle değil.
Biz erkeklerin ateşinden yanan yeşil çimende yürüyen sihirli ayaklara bakarken, bayanlara nazaran aldıkları hazzın çok daha egzantrik boyutlarda olması.
Biz erkekler futbolu inanılması güç bir şekilde, şizofren dozunda,  saatlerini bozacak derecede zaman ayrılası, paha biçilmez önemseriz. Gerekirse kavga eder kavga edemezsek laf sokma ihtişamlarında
nefsimizi zıt renkler karşısında provoke etmeye kalkışırız. Bunları yaparken neden yaptığımızı söylemeyiz sadece yaşarız, seks gibi sorgulamadan gelir ve geçer,
sadece amaca hizmet etmek, renklere sadakati yerine getirmek, verilen görevi halletmek pahasına tutarız takımımızı.
Aslında çok uzun tutulabilecek bir konu Türkiye'de ve evrende futbol konusu. Filmlere konu olmasından tutun da, oyuncuların maaşlarına, oyuncuların manken üstü cazibeli hanımlarından tutun da dünyada en çok takip edilen spor olmasına,
transfer heyecanlarından tutun da PC ve oyun konsollarına çıkan oyunlarına; futbolun pek yönlü bir oyun, bir yaşam gerekliliği olduğunu biz erkekler biliriz.

Aslında izlediğim bir maç hakkında anımı anlatacaktım fakat benim aklımı çelen bir durum salıvermekten kendini alıkoyamıyor.
Şöyle ki; neden İngiltere'de icat edildiği öngörülen (farklı bir görüş de var ki eski bir Türk'ün 'tepik' demiş olmasıyla bizler futbolu yaratan olarak gösterebiliyoruz kendimizi ki ben bunun despot ve gereksiz Türk
milliyetçisi yanımızla bu idealle ortaya çıkışımızın bir ürünü olduğunu düşünüyor ve buna katılmıyorum, şu sitemimi de belirtmek istiyorum; keşke ülkem insanı Türklüğü'nü sadece milli bayramlarda değil, benliğini gösterebileceği her ortamda
hatırlasa, çünkü yurdum insanı Türk Milliyetçiliği'ni reklam pazarı gibi kullanıp milliyetçilik adı altında zararlı partiler bile kurmakta)..Parantez uzun sürdü,hiç düzeltmeden asıl soruma geçeceğim şöyle ki;Neden İngiltere'de icat edildiği
varsayılan ve Brezilyalı gibi, kökenlerininin kumsal alanda çokça zaman geçirmeleriyle, bu konuda en meziyetli, uzman ve futbol aşığı ülkeler kadar sevebiliyor, neden dünyadaki benzerlerinin en yakın rakamının 2 katından fazla sayıda futbol yorumcusuna sahip olabiliyor ve neden spor gündemi,
spor haberleri gibi aslında sadece futboldan söz eden, diğer spor dallarını pek takmayan programlara futbol demektense spor haberleri diyebildiğimizi anlamış değilim.
Benim senelerdir gözlemlediğim nokta, ülkem insanı daha doğrusu erkeği evrenin en trajik  ülkesinde yaşıyorsa bundan da bir kaçış yolu olarak her hafta sonunu, tarzını belli eden takımının renklerini tercih eder. Bu arada ben koyu bir Fenerbahçeli'yim.
Yine fanatik damarım mı tuttu ne belirtiverdim. Bu yazıyı beğenmemeniz gibi holiganvari bir duruma umarım yol açmamışımdır..

Futbol bilgisine dayanan konulara girmeden biz erkeklerin belki de ülkem erkeğinin bu mukadder konuda aslında ne kadar hassas olduğunu hatırlatan bir yazı sunmak istedim, naçizane kabulünüzle.
 Arda ERDEM

MAVİ DÜŞLER



Erkeklerin hayalleri genelde hep ortaktır, o ortak hayallerin en ortak konusu kadınlardır her zaman.  Güzel bir kadın her erkeğin hayalidir. Sonrasında şık bir araba gelir, güzel kıyafetler, bolca parayı söylemiyorum bile o olmazsa olmaz zaten.  Herhalde her erkek bunları ister. Ancak arada bazı erkekler vardır ki bunların istekleri, fantezileri, tutkuları diğerlerine göre çok daha farklıdır. Onlar yazın esen sıcak meltemi, uçsuz bucaksız maviyi, dalga sesini, yakamozu, dümenin başında kaptan şapkası takıp, sevdikleriyle maviliklere açılmayı sever, hatta tutkusudur bu onların. Ne yazık ki mi desem bilmiyorum, bende onlardan biriyim. Mavi dünyanın tam ortasına demir atmak, güvertede sevdiklerimle, dalga seslerinin şıkırtısıyla, mavinin tonlarına birde sofradaki enfes renkleri ekleyip, hafifçe sallanan o koca yatta bir öğle yemeği yemek… Bunlar paha biçilemez herhalde.
Çocukluğumdan beri hep deniz görerek büyüdüm. Ailem beni hiç denizden koparmadı. Denizsiz yaz tatili olmazdı hatta. Daha çocukken den başlar mavi turlara ilgim. Hala hatırımda o günler. Karadan açıldıkça kimi yerlerde koyu laciverte çalar denizin rengi, dibi görünmez artık, derinliği tahmin edilenden de fazladır. Konuşmalardan gelen mutluluk cıvıltıları hiç susmaz. Motorlar sussun, demir atılsın diye bekler güvertedeki herkes o gezilerde. Beklenen oldu mu Akdeniz’in o yakıcı sıcağından kaçmak için atlarsın 4 metre yükseklikten o maviliğe… O ne keyiftir, o ne mutluluk… Sanki bir sen varsın o koca denizde, unutursun bir an etrafındakileri, aklındakileri… Takatin kesilinceye kadar yüzer sonrada güverteye çıkan merdiven basamaklarını bir bir tırmanırsın, açlıkla beraber durgun suda attığın kulaçların yorgunluğuyla uzanırsın gövdeye yatarsın güneşin altına… Çabucak geçmiştir vakit. Damlalar yavaş yavaş kurur üzerinde, muhabbetin tadına doyum olmaz orda. Birde düşün ki o 80 foot’luk koca yatın kaptanı da, sahibi de sensin. Bütün sevdiklerini toplamışsın. Dertlerinin hepsini kumsalda toprağa gömüp binmişsin yüzen evine, üstünde şortun yürüyorsun dümene, yürüyorsun vernikli koyu kahverengi maun güvertede dengeni koruyarak… Dostların gelir yanına elin dümendeyken, soğuk birayla gelmişlerdir üstelik kaptanın içi ferahlasın diye. Alt katta hanımlar hazırlık yapar, herkes eğlenir senin yatında, senin kaptanlığında…
        Bana göre yat sahibi olmak, onunla ilgilenmek, yelkenleri indirip rüzgârı arkana alıp seğir etmek çok büyük bir ayrıcalık, tarif edilemez bir alışkanlık… Bir o kadar da pahalı, belkide onu böyle çekici kılan şimdilik bana çok uzak olmasıdır. İnsanı hayalleri yaşatır derler ki çok doğru bana göre. Yaşamak için insan kendine sebep çıkarmadıkça amaçsızca yaşamanın ne anlamı var ki?
        Motor iyice gürlemeye başladığında, koca yat ağır ağır yol almaya başlar artık, Frank Sinatra da eşlik eder bize bu yolculukta, biraz açılınca puromu yakarım yanına da yakışan bir kadeh kırmızı şarap, aynen yanıma yakışan hatunumun koluma girdiği gibi… Batan güneşe doğru tam yol, rota da budur. İstersen sende uzan güverteye ılık esen rüzgârla beraber, hafif tuzlu deniz kokusu burnuna çalarken güneşin batışını hisset teninde, gözlerini de kapat, katıl bize ay ışığında güzel bir akşam yemeğine…

Serdar ÖZNEL

SEVGİLİ GÜNLÜK...



Sevgili günlük... Yok artık tabi ki böyle başlamayacağım. Neyse ciddi olalım…
Hayat zor be… Sıkıntılar ne kadar da çok… Daha oysa çok gençsin kimine göre kundaktaki bebek, kimine göre dağ gibi delikanlısın… Bütün sorunlara göğüs geren, herkese öğüt verebilen, yol gösteren, eline geçen her işi layıkıyla bitiren… Ama… Madalyonun diğer yüzü öyle değil be kardeşim, hayat çok zor… Aşkının karşılığını alamazsın bir dert, geleceğinin nasıl şekilleneceği senin elinde değildir öylesine yaşarmış gibi yaşarsın başka bir dert… Kimseye anlatamazsın… Anlamıyorlar işte… Anlamıyor kimse ya onlar çok akıllı ya da sen aptalın tekisin… Zaman o kadar çabuk geçiyor ki bir türlü yakalayamıyorsun sanki seni alıp götüren selin hırçın suları gibi, ne yapsan kar etmiyor, bir o yana bir bu yana nerde olduğunu bile anlamıyorsun. Oysa büyük umutların var, şevkin hala bir Chevrolet motoru kadar sağlam, dayanıklı… İdeallerin, olmak istediğin yer belli ama bunlar sadece kurduğun hayaller… Hayat çok zor... Hayatın basit, çok basit olduğunu söyleyen çok kişiyle karşılaştın ama öyle değil ancak hayatı boş vermen lazım basitleştirmen için… O zaman da hayat seninle dalga geçer… Bir yatalak hasta gibiymişsin gibi davranır sana ne zaman ne yapacağını bilemezsin, her an her şey gelebilir başına… Bu dünyadan geldiğin gibi gidersin, işte o zaman aldığın nefesin bile anlamı olmaz be kardeşim… Oysa sen adını ölümsüzleştirmek için çabalıyorsun… Yüz yıl sonra bile adını duyduklarında derin bir nefes çekip ‘çok değerli bir insandı’ demelerini istiyorsun ama kolay değil o kadar… Yok öyle hem şarabı içeyim hem sarhoş olmayayım…  Acı çekeceksin, fedakârlık edeceksin… Her zaman ‘insan ideallerine ulaşmak için, zevklerinden vazgeçmeli’ özdeyişini kendine bir dua gibi her gece yatmadan önce söyleteceksin… Evet, bunu kendi kendine söylerken çok üzüleceksin. Sevdiklerin, zevklerin gelecek aklına ama istediğin bu olduktan sonra üzüntü kısa sürecektir… Sabır edeceksin… İki yol var hayatında ya hiçbir şey olacaksın, yüzüne bile bakılmayacak, göründüğün zaman tanıdıkların kafasını çevireceği biri ya da bu dünyada bir şey olacaksın, saygın olacaksın, yükseklere çıkacaksın, azmedeceksin, kimseye aldırmadan Atatürk’ün dediği gibi ‘büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın…’ kendi yolunda yürüyeceksin… Yüreğin yekpare bir mermer gibi sapasağlam ilerleyeceksin hedefine yoksa senden hiçbir şey olmaz kardeşim… Bırak boşuna çabalama…

Güneş ÖNER

11/19/2009

LÜKÜS HAYAT...


Lüks sizin için nedir? Bana göre insanın kendisine duyduğu ve gösterdiği saygıdır.Bu hafta bu konu üzerinde yazacağım çünkü tartışılabilir bir yazı olacağı görüşündeyim. Geçenlerde bu konu hakkında bir haber okudum, bahsetmezsem olmaz.  New York’ta bir restoran da bir öğün yemek için 37 bin Dolar civarı hesap ödenmiş. Dile kolay 37bin dolar yaklaşık olarak 55bin TL . Bu hesabı ödeyende İngiltere’nin en zengin 3. Dünyanın da en zengin 35. İnsanı olan Roman Abrahamovic’in ta kendisiymiş..Bir öğün için lüks müdür yoksa savurganlık mı? “Lüks’’, Fransızca’dan dilimize giren bir kelime... Sözlük anlamı da şöyle:
‘’Giyim kuşamda, eşyada, harcamada, yaşam biçiminde kendini gösteren, gereksiz, aşırı gösterişli durum’’ Bana göre lüks insanın sahip olduklarından daha iyisine sahip olmasına denmeli. İnsanın kazıklanmasına,parasını savurmasına ya da gösteriş için kendisini yırtmasına değil. Benim düşüncelerimle bunların arasında fark var. İnsan hayallerini hep daha iyisine sahip olmak süsler. Her zaman onun için çalışılır,planlarını onun üzerine kurar.  Daha iyi bir araba, daha iyi bir ev, daha kaliteli kıyafetler vs.. Doyumsuz isteklerimizden doğar lüks kısacası. Hep daha iyisi olsun isteriz. Lüks kelimesi aklıma geldiğinde her ne kadar her zaman anlam olarak bana daha sözlük anlamını  ifade etmese de gözümün önüne nedense hep pırlantalar,yakutlar,zümrütler gelir. Ben,birey olarak imkanlarım çerçevesinde her zaman daha kaliteli yaşam bağlamında bahsettiğim anlamıyla lüks’ü tercih ettim. Yani ucuz ve kalitesizindense,diğerine göre biraz daha pahalı olan kaliteliyi kullanmak bana daha mantıklı geliyor. Matematiksel olarak hesaba girmeyi istemiyorum ancak kalitesiz bir malın kullanım süresi ve pahasıyla,kaliteli bir malınki denk olmaz. Hepimiz zaman zaman kaliteli bir mala sahip olduktan,onu uzun uzadıya eskiterek kullandıktan sonra “Pahalı ama kaliteli malmış” cümlesini kurmuşuzdur. Lüks sadece pahalı anlamına gelmemeli yani. İnsan ondan duyduğu rahatlığı,aldığı hazzı,hissettiklerini de düşünmeli. Kimsenin benim marka düşkünü birisi olduğumu sanmasını istemem aksine ben kaliteyi önemserim… Ben Abrahamovic’in yeğeni olduğum için değil memur bir ailenin çocuğu olduğum için bu yazıyı yazmak istedim. Memur demişken de aklıma geldi.Orta halli ailelelerin çoğunda hep şu bilinç vardır. Yemekler her zaman fazla fazla yapılır böyle ailelerin evlerinde,sonra da artar haliyle fazlalıklar. Yenmez dolapta sürünür bir iki gün. Zamanında az yapılmaz, yapılmadığı gibide sonra da fazlalıklar çöpe atılmaz. Sebebide paramız sokağa gitmesin,biraz para biriktirelim de ekonomimiz düzelsindir.Akabinde vaziyet bu değildir aslında? Er ya da geç o yemek çöpe gider sonuç olarak ta biriktirilmek istenen para da da giyim kuşam da da böyledir durum. Kaçınılmaz yani. Bizim ’94 model Doğan otomobilimiz vardı(ona da şükür), yıllarca babam hep daha lüks bir modele sahip olmaktan söz etti durdu ama nerde… Yıllardan beri onu kullanmamızın bir çok nedeni vardı ama az önce bahsettiğim neden hep asıl nedendi. Bu yazı daha da uzar netice itibariyle. Eğer paranız ay sonuna anca yetiyorsa,bunlar için söylenecek şeylerin,yapılacak yorumların yeri bu yazı değil zaten. Sonuç olarak insanın cebinde parası yokken sırf lüks adına portakallı kaz ciğeri yemesi pek de akıl karı bir iş değil. Ancak durup düşünüp daha iyisine sahip olmayı istemesi, sahip olacağı zamanda daha kalitelisini makul fiyata alması da bir o kadar akıllıcadır. Yazımı şu an dünyanın en zengin insanları listesinde bir numarada olan Warren Buffet’ın bir sözüyle bitireceğim. Çorap alırken bile en kalitelisini tercih ederim ancak fiyatı makul olmadıktan sonra kalitenin ne anlamı var?



 Serdar ÖZNEL

TARİH


            Tarih, sadece geçmişi anlatmak için değildir, yaşadığımız zaman dilimini daha iyi tahlil etmemiz için vardır. Geçmişteki gerçekleşmiş olaylardan ders çıkararak şimdiyi kolaylaştırabiliriz. Her konuda, kültürel, siyasi, sosyal ve daha hatırlayamadığım  insanın yaşamıyla ilgilenen her konuda tarih fikir sahibidir. Evet, tarih genel olarak sadece geçmişi anlatır gibi görünür fakat tarihin anlattığı geçmiş geleceğin kapısının anahtarıdır. Sığ bir şekilde bakıldığında tarih pek bir işe yarar gibi gözükmez fakat tam tersi tarih incelenmesi gereken çok önemli bir bilim dalıdır. Toplumumuzun tarihi sevmemesinin sebebi bence lise yıllarlında alınan tarih eğitiminden dolayıdır. Lise yıllarında çoğunluğu gereksiz ve çekiciliği olmayan konular öğretilmektedir. Bunun sebebi tabi ki çok değerli öğretmenlerimizin tarihi anlatma şekli değildir, tamamıyla genel anlatıma ve ezberciliğe dayanan bir müfredattır. Neyse konuyu saptırmayalım ciddi olalım.

             Aslında bu yazımda sadece Herodotos dan bahsetmeyi planlıyordum fakat tarihe bakış açımı da bilmenizi istedim. Herodotos halkın bildiği ismiyle Herodot ( İ.Ö. 484- 424) gerçekten kendisine takılan ismi hak edecek şekilde ‘tarihin babası’dır. Yazdığı kitap ‘TARİH’ antik çağın tarihinin önemli bir bölümünü anlatan ciddi bir kaynaktır. Herodot bugunkü Bodrumun bulunduğu kendi zamanındaki ismi Halikarnasos olan yerde doğmuştur. Herodot gibi bir tarihçinin bizin topraklarımızda yaşamış olması övünülecek bir durumdur bence. Yazdığı TARİH kitabı asırlardır okunmuş, yorumlanmış ve hala aynı ilgiyi görmektedir Bu kitap çok eski olmasına rağmen bir objektiflik harikasıdır ki Herodot kitapta kendinden çok az bahseder. Zaten Herodot un  kendisi hakkında çok az bilgiye sahibiz, nasıl biri olduğunu, ailesini pek bilmeyiz. Herodotos ne olmuş ne gerçekleşmiş ise onu yazmıştır daha azını veya daha fazlasını değil. Günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce yazılmış olmasına rağmen şu anda bile ilgiyle okunabilecek bir kitaptır. Bazı bölümlerden alıntı yapmak istiyorum ki bana en ilginç gelen Mısır’a gittiğinde ölü mumyalama yöntemini en ince ayrıntısına kadar yazmıştır. Aynen aktarıyorum ‘…en iyi mumyalama dediğimiz şudur: Önce demir bir kanca ile burun deliklerinden burnu çeker, ama hepsini alamaz, kalanını ilaçla eritir. Arkasından, keskin bir Ethiopia taşı ile ölünün böğrünü uzunlamasına keser ve içindeki her şeyi boşaltır; içini böyle temizledikten sonra  hurma şarabından geçirir ve kokular püskürtür; karnına dövülmüş saf mür ve çeşitli kokular doldurur ve diker. Sonra tabii sodyum karbonat içine daldırıp yetmiş gün onun içinde bırakmak suretiyle tuzlar. Yetmiş günden sonra çıkarır, yıkar ve baştan aşağı Mısırlıların genellikle yapıştırıcı olarak kullandıkları zamka batırılmış gayet ince tül şeritlerle sarar….’ 2500 yıl önce yazılmasına rağmen ne kadar diri bir bilgidir değil mi? Daha o kadar çok ilginç konular vardır ki mesela çağımızın en büyük komplo teorilerinden biri olan mısır piramitlerinin uzaylılar tarafından yapıldığıdır ama Herodotos 2500 yıl önce, yapılan piramitleri izlemiş, onları yapan ustalarla konuşmuş ve bunları kitabında anlatmıştır.
              Herodot un TARİH kitabı üzerine daha çok şey yazılabilir ve daha pek çok ilginç örnek verilebilir ama uzatmaya gerek yok, bence bu kitabı incelemelisiniz. Ben Herodot un TARİH kitabını hayretler içince ve  şaşkınlıkla okurum çünkü bu kitap çok ilginç bilgilerle doldur. 2500 yıl önce yazılmasına rağmen o kadar tazedir ki bence bir 2500 yıl daha tazeliğini koruyacaktır.
Güneş ÖNER

11/14/2009

BİR KADEH DOLUSU ZENGİNLİK...



Koyu renkli bir şişe alırsınız elinize,tepesi parlak bir kagıtla sıkıca sarılmıştır.Şişe üzerinde koca bir etiket,etiket üzerinde de dantelli yazılar olur genelde.Koyu puntolarla Şarap yazar o karmaşanın arasında.Biraz ilgi duyan rekoltesine bakar şöyle göz kenarıyla,içmiş olmak için içense fiyatından karar verir kalitesine,kimisinin hiç umrunda degildir ne fiyat ne üzüm ne de kalite…Halbu ki bu ülkede böyle olmamalı vaziyet.İnsanlar değerini bilmeli şarabın.Sadece içen kesim için konuşmuyorum.Bence bu korunması gereken bir değerdir.Şimdiki lider şarap üreticisi ülkeler daha şarap hakkında pek bir şey bilmezken 2000 yıl önce Anadoluda şarap üretilirmiş ancak şimdi ki duruma bir bakın,bizde artık amiyane tabirle Şarapçı diye bir hakaret var.Gerçi böyle diyorum ama bu zenginliğin değerini bilmememiz biraz da bizim kültürümüzden kaynaklanan bir şey olsa gerek. Osmanlı zamanında da Anadolu da şarapla sadece gayri müslümler uğraşırmış.Müslümanlardan bir kısmıda gizli gizli içermiş haliyle.Yakın tarihimizde 1920lerde Rumlardan ve Ermenilerden devr almışız şarap haneleri. Oysa bizde herşeye rağmen bu gelenek başından beri sürdürülseydi kim bilir dünya da halis muhlis Türk şarabı nasıl bir yer alırdı?Bildiğim kadarıyla bir zamanlar Türk şarabı tamamen benliğini kaybedecekmiş ancak aziz insan Mustafa Kemal ATATÜRK enğin görüşlerini bu konuda da kullanmış ve Tekel’e direktifler vermiştir. Fransadan şarap uzmanları getirtilmiş ülkemizdeki önemli ve lezzetli üzümlerden degerli kupajlar(harmanlar) çıkartılmıştır.Mesela ülkemiz şarapçılığının en önemli üzümlerinden olan Bogazkere,Öküzgözüyle birleştiğinde ortaya enfes bir şarap çıkmaktadır ki bu Fransız uzmanların bize tavsiyesidir.Türk şarapçılığı şimdilik ortalama 80-90 yaşındadır.Şarap dünyasında ki genel bir kanıya göre iyi şarap üretmek için ortalama bir yüz yıl geçmesi şarttır.Sanırım şöyle bir 10-15 sene sonra ülkemiz şarapları çok daha iyi konumda olacaktır diye ümit ediyorum.Aslında bu konuda yazılacak çok şey var.Şu an ülkemizde bir çok yerel şarap üreticisi olmasına rağmen fiyatları Avrupa pazarıyla karşılaştırdığımızda yerel şaraplar çok pahalı.Bunun büyük sebebide şarabın agır vergiler altında ezilmesi.Bence Türkiye’nin maden rezervi toprağın altında degil aksine üstünde.Şarapçılığın Türk ekomomisine çok büyük katkısı olabilir.En azından Dünya da bu konuda popüler olabilir,hak ettiğimiz saygın yere varabiliriz. Ancak bu da şarapçılığımızın iyi konuma gelmesi gibi biraz zaman alabilir çünkü şu sıralar ülkemizdeki yıllık şarap tüketimi kişi başına ortalama 0.72 lt. Sanırsam bunun 0.5ltsinide turistler tüketiyordur.Bu benim tahminim tabi ki.İşin özü ne yazık ki zenginlikler dolu ülkemde zenğinligin değeri hiçbir zaman bilinmediğinden şarabı adabıyla içen,içmese bile onun degerini bilen insanda çok az.Bu durumda da bütün sebepler zincirleme sonuçlar doğuruyor.Tabi ki ülkemde, biranın hüküm sürdügü ülkemde, alkolizmin olmasını istemem. Bu konuda tabi ki şarap üreticilerine büyük rol düşüyor.Umarım bir gün Dünyada Türk şarabı hak ettiği yeri bulur,insanlar bu değeri geç olmadan fark eder,Şarapçı hakaret yerine övgü sözcüğü olarak kullanılır.
Serdar ÖZNEL



DUYGUSAL ADAM


  Bir insan dayanabileceğinden daha fazla acı çekebilir mi? Dayanabilme gücü nedir ki? Duygusal acılar fiziksel acılardan daha fazla acı verir mi? Fiziksel acılar bence anlıktır, acıyı hissettiğin kadar acı çekersin daha fazlası değil ama duygusal bir acıyı hayatın boyunca içinde tutarsın ve o kadar çok acıtır ki her hatırladığında ne yapsan kar etmez ne ilacı vardır ne çaresi. Unutulmadığı gibi gün geçtikçe daha da fazla artar bir çığ gibi büyür adeta . fiziksel acı gibi değildir çünkü fiziksel bir acı fazlalaştığında vücut artık iflas eder insan bayılır ve hatta daha da kötüsü yaşamını yitirebilir. Ama duygusal acıda kutsal kitapta bahsedilen cehennemdeki gibi ölmezsin tekrar tekrar canın yanar, yandıkça yanarsın. Kimse yardım edemez, hiçbir kimyasal ne alkol ne başka bir uyuşturucu fayda etmez unutmana, bence bunlar kendini tatmin etmektir sadece. Ne arkadaşlarınla oturduğun derdini anlattığın bir rakı sofrası ne de boğaza karşı içtiğin bir sigara çaredir. Bunlar daha fazla acı çekmesine yol açar insanın çünkü bunlar daha da fazla hatırlatır onu. Yapacak bir şey yoktur, tüm hayatın boyunca her gün çekersin o acıyı. Hatırlarsın her geçen günü onsuz, belki başkasının olmuştur, belki senin yanındadır her daim ama hiç senin olmamıştır. Kimseyi suçlayamazsın, düşündüğün ve düşünebileceğin sadece çektiğin çekmekte olduğun ve çekeceğin acıdır sadece. Bazen kimsenin umurunda değilmişsin gibi gelir sana, aslında seni önemseyenler vardır ama hayata senin gibi bakmadıkları için ne hissettiğini bile bilemezler. Sadece derdini dinlerler ve daha ne yapabilirler ki? Canın kıymak hiçbir çare değildir, tamam belki hayat sadece onunla güzel olabilir ama onsuz da devam eder, ama ah o acı, insanı bitiren, perişan eden, geceleyin kalkıp hüngür hüngür ağlamana neden olan o acı yok mu, bitmez be kardeşim, dedim ya çaresi yok. Artık senin olsa da affedemezsin, unutamazsın çektiğin o berbat acıyı, seni bitirmiştir, zaten yokluğuna alışmışsındır ama ne kadar da çok istersin sana gelmesini, gözlerini dikerek sana bakmasını ama bazı günler olur lanet okusun ona nerden tanıdım da sevdim diye. Bir gün gelir artık fiziki bir acı gibi acın öyle artmıştır ki hiçbir şey hissetmezsin, zaman öyle geçmiştir anlamsız, yalnız, boşuna… ve artık hayat anlamını yitirir.





Güneş ÖNER

11/11/2009

İZİNDEYİZ...


 
Onu anlatmak için yeterli sayıda kelime bulamıyorum. Ona olan duygularımdan bahsetmek için kelime bilgimi ne kadar zorlasam da duygularımı yazıya dökmekte çok zorlanıyorum. Onun kısıtlı sayıdaki ses ve görüntü kayıtlarını her dinlediğimde ya da izlediğimde sanki onu yeni kaybetmişiz gibi gözlerim doluyor, tüylerim diken diken oluyor.
    O, tarihimizi aydınlatmış bir filozof, bilim adamı, gelmiş geçmiş en büyük devlet adamıdır bence. O, dinlemesini ve kiminle ne konuşacağını, kime ne zaman ne cevap vereceğini her zaman bilen, insanlara kim olursa olsun gayet kibar ve sevgiyle yaklaşan, ulu önderimiz, baş öğretmenimiz, Türk devletinin en büyük lideri, Mustafa Kemal ATATÜRK’ tür.
    Mustafa Kemal ATATÜRK kendi hayatını devleti ve Türk milleti için feda etmiş, hayatını insanlığa adamış bir liderdir. Onun duygularını anlamak için önce Türk insanını onun kadar sevmeli ve onun kadar bu topraklara sadık olmalıyız. Evet o, yalnız olan bir adamdı ama her zaman Türk milletine sağdık ve Türk halkının yanındaydı…
     Mustafa Kemal ATATÜRK canını Türk milleti için feda etmekten çekinmezdi ki onun ‘Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk milletine canımı vereceğim’  sözünden net olarak anlıyoruz… Kendisini çok iyi ifade edebilmesi, halkın düşüncelerini  şahsen dinleyip bu düşünceleri tahlil etmesi ve ona göre hareket etmesi bence siyasal açıdan en önemli özelliklerindendi. Mustafa Kemal ATATÜRK siyasi hayatta, şimdiki ve gelecekteki siyasetçilere örnek bir kişiliktir. Bence bir siyasetçinin nasıl davranması gerektiği sırrı Mustafa Kemal ATATÜRK ‘de gizlidir.
     O her şeyin dışında bir insandı, onun da zaafları vardı. O da üzülebilir, ağlayabilir, korkabilir ve gayet tabi sevebilirdi. Bence bunları medya malzemesi yapıp bunların üzerine yorum yapmak hoş değildir... Bir entelektüel, bir centilmen idi. Kadınlara nasıl davranılması gerektiğini ve nasıl giyinmesi gerektiğini çok çok iyi bilirdi. Buna dönemindeki çekilmiş fotoğrafları bir kanıttır. Ne kadar uyumlu ne kadar şık giyinirmiş değil mi ama…
     Mustafa Kemal Atatürk‘ü ve ona olan duygularımı, ona olan sevgimi, saygımı bu kadar kısa bir yazıyla tabi ki anlatmam yeterli değildir. O bir derya, o uçsuz bucaksız bir okyanus, bahsedebildiğim her özelliğinden bence ayrı bir kitap yazılır.  Bence onun söylediği sözlerin, yaptığı araştırmaların üzerinde durulmalı tekrar tekrar araştırılmalıdır. O bizim gurur kaynağımız, Türk milletinin başına gelmiş en büyük liderdir. Kendi çıkarını hiçbir zaman ön plana koymamış ulu bir kişiliktir.
     Her geçen yıl 10 Kasım sabahı saygı duruşuna durduğumda, onu daha çok özlüyor, daha fazla okumak araştırmak istiyorum.
      Saygı, sevgi ve özlemle anıyorum, ATAM İZİNDEYİZ….

Güneş ÖNER